Çok konuşmaya gerek yok... Herkes kimliğini cebinde, kişiliğini benliğinde taşır...!TABİİ O KİŞİLİGİİ OLAN İNSANN İÇİN GEÇERLİDİR NE OLURSAN OL DİŞLERİN KARNINDA OLMASIN AKILSIZ BAŞININ DERDİNİ TABANLAR ÇEKERR :)
27 sonuç bulundu
27 sonuç bulundu • 2 sayfadan 1. sayfa • 1, 2
Re: Karaktersiz İnsanın Karakteristik ÖzelliğiYÜREGİNE SAGLIK TURKU KARDEŞİM AMA BUNU OKUYUPTA ACABA NASİBİNİ ALACAK VE KENDİNE ÇEKİ DÜZEN VEREBİLİRSE NE GÜZEL AMA ZOR:)))))))
Re: Karaktersiz İnsanın Karakteristik ÖzelliğiLAFI SADECE PAYLAŞIM OLARAK YAZILMIŞTI AMA GÖRÜNENNKİ KALEMİN UCUNDA NEFRET VAR YARA BIRAKMIŞ İZ ZOR ALLAH YARDIM ETSİN HATLAR DOLUUU ÇOK HATLARA YÜKLENMEYELİM SİNYALLER KESİLİR YÜKÜÜ HAFİF EDİN ÇOK KARIŞIKLIK İYİ DEGİL
Re: Karaktersiz İnsanın Karakteristik Özelliğiemeğinee yüreğine sağlık türkü adminim paylaşım için tşklrr
Seker yemeyin!!!!İstanbul (Çapa) Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kenan Demirkol, "Çocuğunu seven şeker yedirmesin. Sağlığa zararlı oluşu bakımından ha şeker, ha eroin" dedi. Demirkol, süt konusunda da önemli açıklamalarda bulundu.
25/02/2013 - 10:57 Prof. Dr. Demirkol ile söyleşimiz şöyle sürdü: -Sayın Hocam, 21 yaşındaki küçük oğlum Mücahit, ellerinizden öper, iyi bir çocuk. Yalnız şekeri çok seviyor. Çay içerken o kadar çok şeker atıyor ki, çay reçele dönüşüyor. Ne yapmamız lazım? Çocuğuna eroin de içiriyor musun? -Hayır Hocam, eroin nereden çıktı? Çünkü insan sağlığına verdikleri zarar bakımından ha şeker, ha eroin. İkisi arasında fark yok Selami kardeşim. Onun için ben her zaman söylüyorum. Çocuğunu seven, şeker yedirmesin. İnsan vücudunun şekere asla ihtiyacı yok. Beyin ihtiyacı olan glikozu kendisi yağdan üretebiliyor. Sen şeker yiyip de daha akıllı olan bir adam gördün mü? O halde niye şeker yiyoruz? Şekerin bizi öldürdüğünü toplum bilmiyor. Dünyada şu anda 300 milyon şeker hastası var. -Pancardan yapılan şeker de bu öldürücü özelliğe dahil mi? Dahil. Nişasta bazlı şeker tabii daha kötü. Ama pancar şekeri de kötü. Ölçülü yemek lazım. Mesela zayıf bir insanın günde 30 gram şeker hakkı var. Bu da 8 kesme şekeridir. Ama bir kutu meşrubat 35 gram şeker içeriyor. Amerika’daki şişmanlığın temelinde bu var. Bir de o meşrubatın içinde normal şeker yok. Mısır şurubu var. Farelerin kobay olarak kullanıldığı deneylerde, bunun yüzde 46 oranında daha şişmanlatıcı olduğu tespit edilmiş. -Bardakta satılan mısırlar da ABD’den mi geliyor? Nereden geldiğini bilemiyorum. Yalnız GDO’lu olma ihtimali yüksek. Yani zararlı. Genetiği değiştirilmiş organizma, tanımı gereği; laboratuvar ortamında insan eliyle bitkinin genetik şifresiyle oynanması demektir. Doğada melezleşme çok sık olur. Melezleşmenin bilimsel adı: hibridizasyon. Şu anda da biz sebzede artık yenilenebilir tohumlardan ziyade, yurt dışından gelen özel hibrit tohumları kullanıyoruz. Bu hibritleşme, tarlada olan hibritleşme. Doğal ortamda olan bir hibritleşme. Yani yeryüzünde bu kadar çok çeşit bitkinin var olması, temelde az sayıda bitkinin melezleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu doğal bir süreçtir ve bu sürecin insan sağlığı açısından hiçbir zararı yoktur. Mesela tüysüz şeftali gibi… EN SAĞLIKLI, MERADAKİ İNEĞİN SÜTÜ -Sizinle söyleşi yapacağımı bilen bir arkadaşım selam söyledi, “Çocuğuma içireceğim sütü satın alırken nasıl süt almalıyım?” diyor. Siz ne diyorsunuz? Marketten pastörize paket süt mü alsın, yoksa sokak satıcısından mı alsın? Çok zor bir soru. Ben bir hekim olarak şunu önerebilirim ki, zahmetli bir yol; çiftliğe gidip hayvanın sağlık karnesini görüp, o hayvanın sahibi köylüden süt alabilirsiniz. Şu anda güvenli tek şey o. Bir de merada otlayan bir hayvanın sütü en sağlıklı süt diyebilirim. Ahırda yapay yemlerle beslenen hayvanların sütü, şu anda bizi kalp hastası yapıyor. Yani biz insanoğlu doğanın bir mucize ilacını zehire dönüştürecek kadar ahmağız. Yani şu anda “sokak sütü mü, ambalajlı süt mü?” Hayvanın sağlık karnesini görmedikçe ambalajlı süt. Ambalajlı sütler içerisinde de kutu değil şişe süt. Yani UHT değil, pastörize süt. Ama bilin ki o pastörize süt sizin dedenizin içtiği süt değil. HATALI BESLENMEYE 20 MİLYAR DOLAR -GDO’lu ürünlere karşı nasıl mücadele edeceğiz, nasıl korunacağız? Türkiye’de manavdan veya marketten satın aldığınız herhangi bir sebze ya da meyvede henüz GDO yok. Ama ambalajlı paketlerin tümünde olma riski var. Buna meşrubat dahil, dondurma dahil, hazır çorbalar dahil, çocuk mamaları dahil. GDO’dan korunmada şuanda yapılabilecek tek şey ambalajlı ürünlerden uzak durmak. Salçamızı turşumuzu kendimiz yapmak ve çocuklarımıza da meşrubat, gofret, çikolata ve cips tüketme gibi alışkanlıklarının kötü bir alışkanlık olduğunu anlatıp, evlatlarımızı kurtarmak. Meşrubat içmek, patates cipsi yemek kötü bir alışkanlık. Mesela vişne suyu içecekseniz; vişneyi satın alın, kaynatın, suyunu için. Ambalajlı gıda maddesi satın aldığınızda bilin ki, tatlandırıcı büyük oranda, yani firmaların çok büyük bir bölümü nişasta bazlı şeker kullanıyor. Bu çok önemli bir şey. Türkiye yılda; sadece hatalı beslenmeden oluşan hastalıkların tedavisi için yirmi milyar dolar harcıyor. HASTALIKLI BİR TOPLUM İSTENİYOR -Yani toplam ihracatımızın beşte biri kadar, öyle mi?. Evet. Sadece hatalı beslenme sonucu oluşan hastalıkların tedavisi için yirmi milyar dolar para harcıyoruz. Ama bizden de istenen bu. Çünkü sağlık sistemimiz giderek çok uluslu şirketlerin eline geçiyor. Hastalıklı bir toplum ister, sağlıklı bir toplum istemez. Hastalıklı bir toplum, sahte yiyeceklerle oluşur. Almanya’da en büyük gıda tedarik firması Philip Morris. Bizim sağlık bakanlığımız kahramanca tütünle mücadele yapıyor. Ama zaten tütün firmaları tütünden para kazanmaktan vazgeçti, artık gıdadan para kazanıyor. O yüzden “Sigarayı yasakla” diyor. Ama öbür taraftan bardakta mısırı sokuyor, nişasta bazlı şekeri sokuyor. Senin ülkende mısır şurubu ürettiriyor, GDO’lu hayvan yemini sana satıyor. Buna karşı milletçe ve birey olarak mücadele mümkün. Ülke olarak, biz ulusal sağlık programımızı oluşturmalıyız. Bu ulusal sağlık programımıza uygun ulusal beslenme politikasını belirlemeliyiz. Ulusal beslenme programımıza uygun ulusal tarım programımızı belirlemeliyiz. Başka çıkışı yok. ÇİN TUZU BAĞIMLILIK YAPIYOR -İktidarlar bizi korumazsa, bizler birey olarak ne yapabiliriz? Temel besin maddelerini satın alıp, evde kendimiz pişireceğiz. Okula giden çocuğumuzun yanına da evde bir sandviç hazırlayarak göndereceğiz. Cebine para verip büfelere mahkum etmeyeceğiz. Sodyum Glutamat diye bir madde var. Buna Çin tuzu da deniliyor. Her yiyeceği daha lezzetli yapıyor. Aynı zamanda beyinde alkolün oluşturduğu bağımlılığın aynısını yapıyor. Sodyum Glutamatlı yiyeceklere alışmış bir genç, çok rahatlıkla alkol müptelası da olur. Alkol bağımlılığı, alkolle başlamıyor. Sizin çocuğunuza verdiğiniz bisküvi ile başlıyor. Onu sevindirmek için götürdüğünüz gofretle başlıyor bu iş. Çünkü içinde Sodyum Glutamat var. TÜRKİYE'Yİ REKLAM ŞİRKETLERİ YÖNLENDİRİYOR -Çocuk mamasında da var mı Hocam? Mamada olduğunu zannetmiyorum ama var veya yok diyemem şuanda. Onlarında başka özellikleri var. Mesela GDO’lu kanola yağı var. Kanola yağı olduğu kesin, yazıyor üstünde. Ne kaynaklı olduğunu yazmıyor. Ama etiket yasası zaten ülkemizde işlemediğine göre. Türkiye’dekiler GDO’lu değil. Türkiye’dekiler hibrit ama yabancı şirketlerin mama firmalarını kullandığı kanolanın ne kaynaklı olduğunu bilmiyoruz ki. Mete Akyol bana birgün sordu: "Türkiye'yi kim yönlendiriyor?" Ben de "Medya" dedim. Mete Akyol: "Hayır, reklam şirketleri" dedi.
Göz noktanız aktifmi..Ne kadar gençsiniz..Sağlıklı ve 3. göz noktası açık olan bir kişi bu denge duruşunu gözleri kapalı iken en az 20 saniye boyunca yapabilmelidir.
Aynı anda bir kaç işi yapmaya çalışan beynimiz de çok yönlü çalışma egzersizi gerçekleştirmiş olur. Ne kadar uzun süre durursanız o kadar gençsiniz demektir. Yapamayanlar bir duvarın önünde egzersiz yapabilirler ve düşecekleri zaman duvardan destek alabilirler. Hadi bakalım şimdi gözlerinizi kapatın ve düşmeden dengede durmaya çalışın, sonuçları bu haberin altında yorum olarak bizlerle paylaşabilirsiniz. Üçüncü Göz Enerji Merkezini Yeterince Tanıyormusunuz? İki göz arasında, burun köprüsü üstünde, alnın ortasında olduğu varsayılan bu merkez, bedenimizdeki yüz, göz, burun, sinüsler, kulaklar, beyincik ve sinir merkezimizi etki alanı içine alarak burada salgı yapan ve temel bez adı verilen hipofiz bezinin etkisiyle diğer organlarla bağlantıyı sağlayarak sistemi düzenler. Özellikleri Bu merkez "kozmik bilinç"in ana merkezidir. Hayatımızla ilgili her şey düşünce, hayal ve bilinç ötesi haller burada oluşan etkilerle yönlenir. Buranın enerjisinin yoğunluğu sezgilerimizin sınırlarını belirler, bilincimizi kuvvetlendirir, bize manevî bir boyut kazandırır, dolayısıyla maddî dünyamıza da tesir eder. Olumsuzlukların arttığı, dengelerin bozulduğu, gerçeklerden uzaklaşıldığı ve bunların sonucunda yetersizlik halinde "İlahi Çizgi"den uzaklaşıp, maddiyatın ağır basmasıyla bu bölgede baş ağrılarıyla beraber asrımızın hastalığı "unutkanlığa" düşer, anlamsız ve çözülemeyen karmaşıklıklar içinde bocalarsınız. Psikolojik olarak bu merkez bir önsezinin oluştuğu, bilgilerin algılanılmasına çalışıldığı idrak etme merkezidir. Spor Danışmanı Mahmut Talha SAĞLIKLI
ONKOLOG KANSER OLURSA..Onkoloji alanında 30 yıldır çalışan bir bilim adamı ve aynı zamanda bir tıp doktoru olan Prof. Dr. Vincent Castronovo, kaderin bir cilvesi ile 2011 yılında gırtlak kanserine yakalandı ve kendi uyguladığı tedavi yaklaşımı ile bu hastalıktan tamamen kurtuldu. Prof. Dr. Vincent Castronovo kanser ve beslenme ilişkisi konusunda çalışan dünyaca ünlü Belçikalı bir bilim adamı ve tıp doktorudur. Bu yazıyı kendisi ile 12 Nisan 2012 de Belçika RTL radyosunda yapılan söyleşiden derledik. Kansere yakalandım Meslek hayatımı kansere karşı savaşmaya adadım. Bilhassa ölümlere sebep olan metastazların oluşmasını sağlayan mekanizmaların deşifre edilmesi üzerinde uzun yıllar çalıştım. 15 yıldan fazla bir süredir, bilim ve tıp dünyasında fazla üzerine gidilmeyen beslenmenin kötü huylu tümörlerin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde oynadığı anahtar rol üzerine yoğunlaştım. Geçtiğimiz yıl, 2011 yılı Şubat ayında ben de reflüye bağlı olarak gırtlak kanseri teşhis edildi. Sonunda 30 yılı aşkın bir süredir mücadele ettiğim bu kötü hastalık beni kendi evimde yakaladı. Hem doktor hem hasta olmak Liege Üniversitesi Hastanesinden uzman bir doktor ekibi ve kendi geliştirdiğim tedavi stratejimle bu hastalıktan tamamen kurtuldum. Hastalıkla geçirdiğim bu serüvenli yolculuktan sonra, eskisinden çok daha sağlıklı bir hayata kavuştum. Ben her iki tarafı da gördüm. Hem doktor hem hasta. Tabii benim meslekten olmam ve bu konu üzerine zaten çalışıyor olmam bu hastalığı daha iyi anlamamı ve adımlarımı ona göre atmamı sağladı. Benim tedavi yaklaşımım 4 unsurdan oluşuyor: Beslenme, Egzersiz, Sevgi ve Dostluk Reflü deyip geçmeyin Bende senelerdir reflü sorunu vardı. Bunu çok önemsemedim çeşitli ilaçlarla antibiyotiklerle bunu geçiştirdim. Ancak sürekli olarak yukarı çıkan bu asit gırtlak dokusunu tahriş ediyor ve enfeksiyonlar oluşturuyor. Buradaki enfeksiyonları önlemek için aldığım antibiyotiklerle beraber gırtlak dokusundaki bağışıklık mekanizması duyarsızlaştı ve oluşabilecek bozuk genetiklik hücreleri yok edemedi. Ben kanser olduğumu son safha da öğrendim. Kanserin beslenme ilişkisi Uzun süre kanserin kalıtsal olduğu düşünüldü. Ancak kanser kalıtsal değil, çevresel etkenlere dayanan bir hastalık. Akciğer kanserinin %90 sebebi sigaradır. Bunu herkes biliyor. Mevcut kanserlerin %40 sebebi ise doğrudan beslenme ile ilişkili. Bazı kanser türlerinde bu oran çok daha yüksek, örneğin benim uzmanlık alanım olan barsak ve mide kanserlerinin %54ünün sebebi beslenme ile ilişkili. Araştırmalarımız sırasında biz şüphelendik acaba bu kansere yakalanan hastaların beslenmelerinde herhangi bir şey var mı? Daha sonra bunu bizim kanser araştırma merkezimizde inceledik. Gördük ki analiz etiğimiz hastaların tamamına yakınında bir beslenme bozukluğu var. Araştırmayı derinleştirdiğimizde bulgularımız şaşırtıcı idi. Vakaların tamamında beslenme ile kanser arasında istatistiksel olarak göze batan doğrudan nedensel bir ilişki var. Beslenme ile kanser ilişkisini şu şekilde izah edebiliriz. Beslenme bozukluğu bağışıklık sisteminin düzgün çalışmamasına yol açıyor, vücudu koruyan hücrelerin üremesi yeterli hammadde olmadığı için yavaşlıyor. Vücutta zaman zaman dış etkenlerle oluşan bozuk genetiklik hücreler yok sekteye uğramış bu bağışıklık sistemi tarafından yok edilemiyor. Şeker zehirli Çağımızdaki en büyük tehlike şeker. Bundan 100 sene önce yılda 1kg şeker tüketirken şu an sizin tüketiminiz 72kg oldu. İnsan vücudu buna alışkın değil vücuda giren bu kadar şekere karşı ne yapacağını bilmiyor. Vücutta iç iltihaplanma oluşturuyor. Bizi bugün meşgul eden pek çok hastalığın sebebi bu iltihaplanmadır. Obezitenin tıptaki adı iltihaplanmadır ve sebebi şekerdir. MS hastalığı bir iltihaplanma hastalığıdır. Beynin bazı bölgeleri iltihaplanma yüzünden dopamin üretemez hale gelir. MS hastalığının sebebi bu dopamin üretememedir. Kanserinde gelişmesi için ortamı hazırlayan bu iltihaplanmadır. Yetersiz beslenen zenginler Yetersiz beslenme yiyeceğin az olduğu fakir ülkelerin sorunu değil. Günümüzde zengin saydığımız batı ülkelerinde bir yetersiz beslenme söz konusu. Tükettiğimiz besinlerin çoğu endüstride işlenip rafine ediliyor ve faydalı her şeyden arındırılıyor. Örneğin ekmek buğdayın en faydalı olan kabuğu atılarak yapılıyor. B12, protein ve demir gidiyor geriye saf nişasta yani şeker kalıyor. İlginçtir ki gıda endüstrisinin diğer bir kolu da bu artıkları alıp bunlardan vitamin destek ürünleri yapıp bize ayrıca satıyor. Palmiye yağı zehirli Bize hayvansal yağların kötülüğünden bitkisel yağların iyiliğinden bahsedilir. Oysa bitkisel bir yağ olan palmiye yağı toksik bir yağ. Maalesef palmiye yağı gıda endüstrisinde en çok kullanılan yağdır. Bugün süpermarket raflarında gördüğünüz ve üzerinde "bitkisel yağ" yazan yiyeceklerin neredeyse tamamında palmiye yağı kullanılır. Çünkü diğer yağlara göre sıcaklığa çok dayanıklıdır. Gıdalar işlenirken uygulanan yüksek ısılı işlemlere dayanıklıdır. Bu yağ ayrıca uzun süre yapısı bozulmadan durabilir. Bu şekilde hem yiyeceklerin raf ömrü uzatılmış olur hem de fabrikada yağı depolama ve üretme maliyeti düşürülür. Son zamanlarda gıda şirketleri yaşanan ekonomik kriz yüzünden karlılıklarını koruyabilmek için maliyet düşürmeyi iyice ön plana aldılar. Örneğin diğer yağların yerine palmiye yağı kullanılması onların karlı kalabilmesine yardım ediyor. Bu yüzden daha çok şirket bu yağı kullanmaya başladı. Ben herkesi uyarıyorum bu yağ toksiktir, kanserojendir lütfen palmiye yağı bulunduran yiyeceklerden uzak durun. Henüz bu yağın kullanımı yasaklanmadı, ancak yaptığımız baskılarla Avrupa Birliği geçtiğimiz günlerde palmiye yağı bulunan gıdaların üzerinde bunun açıkça yazılması için bir yasa çıkardı. Bundan önce sadece bitkisel yağ yazıyorlardı. Bitkisel yağ dedikleri ise çoğu zaman bu palmiye yağıdır. Kanseri nasıl yendim? Önce tıbba güvendim. Ancak bununla bırakmadım beslenmemi planladım ve besin destekleri kullandım. Kemoterapi sırasında probiotikler kullandım. İnsanın barsağında bizim için vazgeçilmez olan bakteriler vardır. Bu bakterilerin bizim için hayati önemi vardır. Bunlar olmadan bazı besinleri hazmedemeyiz. Ayrıca gerekli bazı enzim ve vitaminlerin üretilmesini sağlarlar. İlginç bir nokta şu, geçtiğimiz günlerde aslında beynimiz ile barsakta yaşayan bu bakteriler arasında karşılıklı bir iletişim olduğu bulundu. Kemoterapi sırasında maalesef barsaklardaki bu bakteriler ölüyor. Bu yüzden onları yenilemek için probiotik kullandım. Probiotikler bu bakterilerin uyur halde bulunduğu kültürüdür. Bunlar barsağa yerleşir ve azalan veya yok olan barsak florasını yeniler. Bunun yanı sıra vitamin hapları aldım. Mineraller aldım. Omega-3 yağlarını düzenli olarak beslenmeme dâhil ettim. Yeteri kadar protein aldım. Kızartmaları kestim. Hepsinden önemlisi ise şeker almayı kestim. Doktorlarım çok açık fikirli idi benim getirdiğim önerileri her zaman değerlendirmeye aldılar. Böyle bir şansım oldu. İletişimim diğer hastalara göre çok daha kolay oldu. Çiğnemenin önemi Memelilerin beslenmesinin ilk ve en önemli aşaması çiğnemedir. Maalesef sosyal yaşam biçimimiz ve değişen ve rafine olan gıdalar bizleri çiğneme davranışından uzaklaştırdı. Çiğnemek bizler için biyomekanik bir olaydır ve vücutta bazı sistemleri harekete geçirir. Bunun yansıra parçalanan gıdalar kolayca hazmedilir. Barsaklarda oluşan gazların sebebi iyi çiğnememedir. Önerdiğimiz kanser tedavisi Biz merkezimizde hastalara bir kan testi yaparak hangi vitamin, mineral ve yağların eksik olduğunu tespit ediyoruz. Buna göre hastaya uygun bir beslenme planı oluşturuyoruz. Çünkü zaten bir kere yetersiz ve yanlış beslenme yüzünden insan hasta olmuş. Hastalığın tedavi sürecinde bu yanlış mutlaka giderilmeli ve vücutta eksik olan ne varsa beslenme ile yerine konulmalı. Aksi halde bir iyileşmeden söz edemeyiz. Yiyecekleri çiğneyin ve strese kapılmadan yavaş yavaş yiyin. Yemek yemeyi aceleye getirmeyin yemek için kendinize zaman ayırın. Yağlı balıkları tüketmeyi ihmal etmeyin. Ton balığı tüketin, bu balığın içinde yüksek miktarda vücut için dışardan alınması şart olan yağ asitleri bulunur. Bu yağ asitlerini vücudumuzun çalışması için gereklidir. Ancak vücutta üretemeyiz dışardan alınması gerekir. Haftada en az 3 kez yağlı balıkları tüketin. Şekerden uzak durun. Şekeri ve türevlerini (nişastalar, karbonhidratlar) hayatınızdan çıkarmaya çalışın. Hızlı şekerleri kesinlikle tüketmeyin. Brokoli tüketin. Bunun içinde kanserin metastaz yapmasını önleyen bir madde var. Yağları pişirmeyin. Yakmayın. Üzerinden duman çıkan bir yağ toksiktir. Sıcaklık yağların kimyasal yapısını değiştirip onları zehirli hale getirir. Yağı mümkünse pişmenin son aşamasında ekleyin. Brokoli ve diğer sebzeleri tüketirken bunları suda kaynatmayın. İçinde faydalı olan her şeyi suyuyla atarsınız. Tüketirken bunu ağır buharda pişirin. Yağını da sonradan ekleyin üstüne. Kanınızdaki bakırı azaltın. Bunun için ıspanak tüketin. Kızartmalardan uzak durun. Palmiye yağı ve ay çiçek yağını kullanmayın. Gülün. Profesör Dr. Vincent Castronovo kimdir Profesör Vincent Castronovo, Belçika'da Liege Üniversitesi Onkoloji Araştırma Merkezinin yöneticisi ve aynı üniversitenin tıp fakültesi bölüm başkanı. Pek çok ödül almış bir bilim adamı. Saygın uluslararası tıp ve bilim dergilerinde yayınlanmış iki yüzden fazla makalesi bulunuyor. Klinik onkoloji alanında çalışma yapan bir bilim adamı olmasının yansıra, kendisi aynı zamanda bir tıp doktoru ve cerrah. Amerika'da ulusal kanser araştırma enstitüsünde uzun yıllar çalışmış ve 1992 yılında ilk Metastaz Araştırma Laboratuvarını kurmuştur.
''Günde 10 bin adım atın''Kalp, diyabet ve yüksek tansiyon ile kanserden korunmanın yolu belinizi ince tutmaktan geçiyor. 01/03/2011 - 17:16 “Bel çevrenizin genişliği, boy ölçünüzün yarısını geçmesin” diyen Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Mehmet Öz, sağlıklı olmak isteyen herkese beline adım ölçer takarak 10 bin adım atmasını öneriyor. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen “Bilinçli Beslenme, Sağlık ve Siz” konulu konferansta konuşan New York Presbyterian Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Mehmet Öz, çağımızın sorunlarından birinin aşırı kilo olduğunu belirterek, şişmanlıktan ölümlerin, prostat ve meme kanserinden ölümlerin oranıyla aynı olduğunu kaydetti. ABD’den sonra Türkiye’de de satışa sunulan “Siz Diyettesiniz” kitabının yazarlarından Prof. Dr. Mehmet Öz, bel bölgesindeki fazla yağların yaşamı tehdit eden birçok hastalığa zemin oluşturduğuna dikkat çekti: “Bel çevresi büyük olan insanlarda omentum yağ perdesi büyümeye başlar, böbreklere baskı yapar, tansiyonu yükseltir, karaciğeri zehirler, yüksek kolesterol yaratır, insülini bloke ederek şeker hastalığını ortaya çıkarır. Safra taşları yapar, bu taşlar da safra yolunu kapatır, safra inemez, bağırsaklarda tehlikeli durumlar yaratır.” Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Mehmet Öz, kilo vermek için geleneksel katı diyetlerin yürütülmediğini belirterek, "Sırrım şu; günde 100 kalorilik daha az yemek ya da 100 kalori daha fazla harcamak. Böylece bel çevrenizi bir ayda 10 santimetre indirebilirsiniz. Dedi. Radikal Diyetler Yerine Günde 100 Kalori Az Yiyin Aşırı kiloların kalp damar hastalıklarının başlıca nedenini oluşturduğunu ifade eden Prof. Dr. Mehmet Öz, bu kilolardan kurtulmak için yapılan geleneksel katı diyetlerin yürütülemediğini kaydetti. Öz, şunları söyledi: “İrade hiçbir zaman biyolojiyi yenemez. Onun için ne kadar uğraşırsanız uğraşın biyoloji sizi bir yerden sonra yener. O nedenle biyoloji ile karşı karşıya gelmemek lazım. Biyoloji ile beraber perhiz yapmaya başlamak gerekir. Bu, suyun altında nefes tutmaya benzer. Suyun altında nefes tuttuğunuz zaman bir yerden sonra nefes almak için yüzeye çıkmak zorunda kalırsınız. Eğer sıkı bir perhiz yaparsak bir yerden sonra başarılı olamayız. Bir yerden sonra kızıp her şeyi yemeye başlarız. Onun için biyolojiyi anlamak gerekiyor.” Vücutta iştahı artıran hormonun düşmesinin yemeğe başladıktan sonra 30 dakikayı bulduğunu vurgulayan Öz, “Onun için gerektiğinden fazla yemek yeriz. Ama yemeğe oturmadan 30 dakika önce bir avuç kuruyemiş, biraz sebze veya meyve yersek iştah azalır. 30 dakika sonra yemeğe oturduğunuz zaman kendinizi tok hissedersiniz, daha az yersiniz” dedi. Yapılan araştırmalarda, aşırı kilo sorununun, ölüm riski yaratması konusunda en önemli göstergesinin genel kilo değil, bel çevresi ölçüsü olduğunu da dile getiren Öz, şöyle devam etti: “Kilo verirken odağınızı genel kilo sayısından bel çevresi ölçünüze kaydırmalısınız. Organlarınıza yakınlığı nedeniyle göbeğiniz taşıyabileceğiniz en tehlikeli yağdır. Diyet sayesinde bel ölçünüzü indirmenin yanı sıra bunu korumanız için egzersize de önem vermeniz gerekiyor. Sırrım şu; günde 100 kalorilik daha az yemek ya da 100 kalori daha fazla harcamak. Böylece bel çevrenizi bir ayda 10 santimetre indirebilirsiniz. Beldeki 1,5 santimetre fazlalık yarım kilo yağ anlamına geliyor. Türkiye’de aşırı yağlı ve şişman yaklaşık 30 milyon kişi var. Bunlar kilo vermeye karar verir ve her birinin beli 10’ar santimetre düşerse, 30 milyonla 10 santimetreyi çarparsak 3 bin kilometrelik uzunluğa ulaşılacak. Bu da İstanbul’dan Londra’ya kadar olan uzaklığa eşit.” Bel Çevresi ve Boy İlişkisi Sağlıklı bir yaşam ve diyet durumu için en pratik ölçümün bir mezura ile yapılabileceğini belirten Öz, "Göbek deliğinize mezurayı koyarak belinizin çevresini ölçün. Eğer bu rakam boyunuzun yarısından az ise sağlıklısınız, fazla ise sağlığınız risk altında demektir" dedi.
KIRMIZI BEYAZ YARİM....Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü. Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım. Dalgalandığın yerde ne korku ne keder... Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar! Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter. Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düşürdüğü gün Gölgene sığındık. Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı... Yüksek yerlerde açan çiçeğim; Senin altında doğdum, Senin dibinde öleceğim. Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim; Yer yüzünde yer beğen: Nereye dikilmek istersen Söyle seni oraya dikeyim! ARİF NİHAT ASYA
Sakarya..Yol O'nun..Varlık O'nun..Gerisi hep angarya...Yüz üstü çok süründün..Ayağa kalk Sakarya.. mekanın Cennet olsun...
Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler.TÜRKÜLERDE YAŞAMAK TÜRK‘ü söyler, TÜRK‘ü anlatır türküler. Biz sussak da onlar bizi en güzel şekilde anlatır. Hayatımızdaki her duygunun karşılığını türkülerde buluruz: Acıyı, gamı, kederi, hüznü, mutluluğu, memleket özlemini, hasreti, neşeyi… Hepsi türkülerde saklıdır. Türküler bizim dilimizdir. Biz sussak da onlar bizi en güzel şekilde anlatır. Türküler samimidir, sahicidir. Yüzyıllardır türkülerle anlatılmıştır duygular. Onlar eskimez, değerini yitirmez. Hayatın tüm renkleri türkülerde saklıdır. Türkülerle seviniriz, üzülürüz, kederlenir, coşar, ağlarız. İşte hayatı “türkü tadında yaşamak” budur. Türkülerin farkına varamayanlar aslında hayatın farkına varamamışlardır. Türküler bizim en değerli hazinemizdir. Bu hazine tek başına kimsenin değil; bizimdir, hepimizindir. Beşikte tanışırız türkülerle. Hamurumuz türkülerle yoğrulur. Mışıl mışıl derin uykulara onun kollarında dalarız. Bizi sakinleştiren, içimize huzur veren bu tılsımlı türkülerdir. Türkülerle olan dostluğumuzun, kader birliğimizin başlangıcıdır bu. İlk türkümüzdür ninemizden duyduğumuz ninniler. Eledim eledim höllük eledim, Aynalı beşikte balam bebek beledim. Büyüttüm besledim asker eyledim, Gitti de gelmedi canan buna ne çare Kahramanlıklarımız efsaneleşir ve bir türküye dönüşür dilimizde. Bir kahramanlık türküsü bizim millî duygularımızı okşar. Onunla coşar, onunla Türklüğümüzün gururunu, şerefini hissederiz Şairin dediği gibi; “Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.” O Allah ki zaferi savaş alanlarında ismini zikredenlere bağışladı. Savaş alanlarında zaferi kazananların torunları, ancak türkülerde hissedebildi zaferin muştusunu. Bağdadın kapısın Genç Osman açtı Düşmanın cümlesi önünden kaçtı Kelle koltuğunda üç gün savaştı Allah Allah deyip geçer Genç Osman of of Memleket özlemi içimizde büyüyen bir yangındır. Biz gurbette içimizdeki bu ateşle yaşarız. Gurbetin mavi sularına yaslanan şehir manzaraları, hiçbir zaman belleğimizden silmeye yetmez memleket hayalini. Gözümüzde tüter memleketin taşı, toprağı. Ah! deriz: Bir varsam memleketime. Kavuşsam anama, babama, kardeşlerime ocağıma, toprağıma. Geçmez gurbette günler, uzadıkça uzar zaman. Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle kaymak söyle bal söyle Gülüm gülüm, kırıldı kolum Tutmuyor elim, turnalar ey Ah gülüm gülüm turnalar ey Eğer bizi sual eden olursa Boynu bükük benzi soluk yâr söyle Hayatın dertleri, sıkıntıları omuzlarımıza çökmüştür. Umutsuzluk esir almıştır bizi. Bir ışık, bir tutunacak dal olsun isteriz. Bizim için yaşam dert yüküdür. Bu yükün altında ezildiğimizi hissederiz. Birisinin bizi dürtmesini “Haydi yılgınlığa kapılma sen üstesinden gelebilirsin.” demesini bekleriz. İşte bu, bizim türkümüzdür o zaman. Ne ağlarsın benim zülfü siyahım Bu da gelir bu da geçer ağlama Göklere erişti feryadım ahım Bu da gelir bu da geçer ağlama
Re: Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler.Emeginize saglık ablacım Türkülerimizi Atasözlerimize benzetiyorum bende..Her olay için ayrı bir anlatım ve nefis bir duyarlılık..
en sevdiklerimden biri ... Seher yeli bizim ele gidersen Nazlı yare küstüğümü söyleme söyleme... Ne hallara düştüğümü sorarsa O yar beni sorarsa Bağrıma taş bastığımı söyleme Ona söyleme yare söyleme..... Ağrılar baş tutar ahuzardayım Mahsur gibi çekilmişim dardayım dardayım Gezer dolaşırımda bilmem nerdeyim nerdeyim Deli delide gezdiğimi söyleme Ona söyleme söyleme söyleme.......... Belki bir gün çıkar gelir diyorlar Gönül muradınıda alır diyorlar Seven sevdiğini bulur diyorlar Umudumu kestiğimi söyleme söyleme.............
Re: Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler.Sunam türküsü ve hikayesi
"şafak söktü yine sunam uyanmaz" şeklinde başlayan Sunam'ın öyküsü şöyledir;Suna köyün en güzel kızıdır. Köyün zenginlerinden Mehmet Ağa (Mehmet'i attım, emin değilim) sevmektedir Suna'yı. Suna da boş değildir Mehmet Ağa'ya, evlenirler haliyle. Lakin Mehmet Ağa'nın bir kötü huyu vardır, her akşam içmektedir. Evliliğin ilk akşamı Mehmet Ağa içip eve gelir, kapıyı çalar. Suna bakar kocası sarhoş, alır içeri, yemeğini yedirir, pijamalarını giydirir yatırır. Bu böyle 1-2 ay devam eder. Sonunda bir gün Suna'nın canına tak eder. Mehmet ağa o akşam gene sarhoş gelir kapıyı çalar. Suna açmaz. Mehmet ağa gene çalar, Suna'dan ses yok. Yarım saat çalar, kapı açılmaz. 1 saat çalar, yok. Çalmaya devam eder. Suna sonunda dayanamayıp kapıyı açar. 1 saatten uzun süredir kapıyı çalmakta olan Mehmet Ağa, Suna'yı karşısında görünce "bizde kapıyı geç açan karıyı makbul saymazlar" der, çeker vurur Suna'yı ve oracıkta sızar kalır. Sabah şafak vakti uyanır Mehmet Ağa, bakar çok sevdiği karısı yerde yatıyor, ölmüş. Hiçbir şey hatırlamamaktadır. "şafak söktü yine, sunam uyanmaz" diye başlar ağıt yakmaya. Sözleri:Şafak söktü yine sunam uyanmazHasret çeken gönül derde dayanmazÇağırırım sunam sesim duyulmazUyan sunam uyan derin uykudanÇektiğim senin elindenUsandım gurbet elindenHiç kimse bilmez halimdenUyan sunam uyan derin uykudanBunca diyar gezdim gözlerin içinNiye küstün bana el sözü içinDilerim Allah’tan sızlasın içinUyan sunam uyan derin uykudan Emeğine sağlık canım....
Re: Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler.HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabip geliyor zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Yönümü çevirin sıladan yüze Benden selam söylen sevdiğimize Başını koysun karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın Yaşama sevincinden tutunda ölüm acısına kadar, vefayı, vefasızlığı, hasreti, sevgiyi, inancı, direnci, aşkı türkülerle dile getirmiş, türkülerle seslenmişiz. İçimizi, acımızı, sevdamızı türkülere dökmüşüz, türkülerle bölüşmüşüz!… Emeğinize yüreğinize sağlık.... Harika payla$imlar olmu$...
Re: Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler. (Mihriban üzerine Abdurrahim Karakoç ile röportaj) Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban” diye başlayıp her gönüle değen bir şiirin yazarı Abdurrahim Karakoç. Mistik bir olgunlukla, Son bir kez diyor, Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın. Ne adı Mihriban, ne saçları sarı... O, Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ı... 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikayesi bu... Ya da, hayatlarını birleştirmek isterken, ümitsiz aşklarına ayrılık nikahı kıyan iki sevgilinin, ümitsiz, duygu yüklü hikayesi.... Ayrılık tadında hüzünlü... Mihriban’a olan aşkı, Karakoç’a farklı bir olgunluk kazandırmış. Hani şu yürek genişliği denilen şey var ya, öylesine bir yaklaşımı var Karakoç’un... Mistik bir olgunlukla, “Son bir kez” diyor, “Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi... O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” Sarı saçlarına deli gönlümü, Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban. Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban. Bu eşsiz duygu yoğunluğu olan dizelerle aşkın gücünü anlatan şairimiz, Mihriban’dan aldığı “Unutmak kolay değil” başlıklı mektup üzerine, şiirin devamını yazıyor... Yazıyor ama, yarasını sarmış bir Yunus Emre olgunluğu ile de bilgeliğini dışa vuruyor. Unutmak kolay mı? deme, Unutursun Mihribanım. Oğlun, kızın olsun hele, Unutursun Mihrabınım *** Düzen böyle bu gemide, Eskiler yiter yenide. Beni değil, sen seni de, Unutursun Mihribanım. Nedir Mihriban’ın gerçek hikayesi? Bazıları “Gerçek mi” diyor. Gerçek diyorum. Ama adı Mihriban değil. O gençliğimde yaşanmış bir aşktı. Ama şimdi adını deşifre etmem, ayıp olur. Benim takmış olduğum sembol bir isimdir Mihriban. Masa başında yazılmış, hayal bir aşk, bu tadı ve lezzeti vermez. Yaşayacaksın ki, yazacaksın. O zamanlar elektrik yoktu. Lamba ışığı altında yazıyordum. Şiire başladığımda lambadaki alev titremeye başladı. “Lambadaki alev üşüyor” çıktı. -Hangi seneydi... ? 1960... O aşkınıza kavuşamadınız... Yo olmadı. Seviyordum. Olmadı. Ayıp olur şimdi adını söylemem. Törelerimize aykırı. İkinci bir Mihriban şiirim var. Biliyorsunuz. “Unutmak kolay unutursun Mihriban” diye... O da öyledir. Bunlar hep gerçeğe dayalıdır. Güzel tertemiz bir sevgiydi, tertemiz de bir ayrılma oldu. Nerde olduğunu biliyor musunuz? Bilmiyorum. Zaten benim memleketlim de değildi... Yaşayıp yaşamadığını biliyor musunuz? Onu da bilmiyorum... Sivas’ta bir televizyona çıktım. Telefon bağlantısı var. Bir hanım çıktı, “Abi o yaşıyor mu” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Nasıl bilmiyorsun” dedi. “Bilmiyorum işte” dedim. O bayan, “Eğer yaşıyor da, bu türküyü dinliyorsa, Allah ona yardım etsin” dedi. Hanımların dayanışması işte! Yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum vallahi. Hâlâ seviyor musunuz? Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama, insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. “Unutmak kolay mı” başlığı mektubun. “Unutmak kolay mı deme/Unutursun Mihriban’ım” diyorum. “Düzen böyle bu gemide/Eskiler yiter yeni de/Beni değil, sen seni de unutursun Mihriban’ım” dedim... Allah o hallere düşürmesin, insan kendini de unutur... Mihriban’dan başka aşkınız oldu mu? Yok. Mihriban’dan başka aşkım olmadı. Mihriban nasıl biriydi? Valla ne bileyim, sıradan insanlara benzer birisiydi Çok mu güzeldi... Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban diyorsunuz Saçı da sarı değildi... Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması... Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur. Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... Bundan 7-8 sene önce Cebeci’de bir düğün salonunda, sanatçı Mihriban’ı okudu. Karşımızda yaşlı bir çift oturuyor. 80’inden yukarı ikisi de. Tanıyanlar, hocam çok güzel yazmışsınız falan deyince, ihtiyar teyze, “Oğlum bunu sen mi yazdın” dedi. “Evet” deyince de... “Hay diline sağlık, ne kadar güzel” dedi. Yanındaki ihtiyar amcayı gösterdi, “Evde birisi bu şarkı çalarken birşey söylesin, üstüne yürür. Öyle dalar gider, dinler dinler, gözlerinden yaş akar, oturur” dedi. “Bunun derdi ne” dedim. “Oğul oğul, herkesin gençliğinde bir Mihriban’ı vardır” dedi.. “Öyle yazmışsın ki, herkes Mihribanı’nı buluyor o türküde” dedi. Musa Eroğlu da çok güzel bestelemiş... Beste de güzel olup güfteyle örtüşünce daha bir güzel oluyor... Bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir. Bestelendikten sonra herkes hayret etti. “40 senedir okuyorsunuz” dedim. Ama bestelenince daha güzel oldu. >Bir gün Mihriban’ı göreceğinize inanıyor musunuz? Bilmiyorum, görmek de istemiyorum. Değişmiştir şimdi. Ben onun nazarında değiştim, o benim nazarımda değişti. Niye görelim? Öyle kalsın ya... İnsanların gönülde kalması, gözde kalması daha iyidir.
Mekanın cennet olsun üstad Abdurrahim KARAKOÇ
Re: Türk'ü söyler..Türk'ü anlatır türküler. Annemizin sevgisine, şefkatine, sıcaklığına, tebessümüne ihtiyacımız vardır. Onun özlemini çeker, yanında, dizinin dibinde olmak isteriz. Başımızı göğsüne yaslayıp huzuru içimize çekmek isteriz. Bizi katıksız seven tek varlıktır annemiz. Bir tarhana çorbasının kokusu bile bazen onu hatırlatır bize, canım annem nerdesin dediğimizde işte bu bizim türkümüzdür o zaman. Ağlama yar ağlama anam Mavi yazma bağlama Mavi yazma tez solar anam Yüreğimi dağlama Elma al olanda gel anam Ayva nar olanda gel Hasta düştüm gelmedin anam Bari can verende gel Düğünler neşeyi, sevinci çağrıştırır. Ancak bu neşenin, coşkunun içinde ayrılık ve bir de hüzün vardır. Gelinin son gecesidir bu ana-baba ocağında. Kardeşlerinden, annesinden babasından ayrılacak, kuş misali yuvadan uçacaktır. İşte bu da o ayrılığın türküsüdür. Kınayı getir anam Parmağın batır anam Bu gece misafirem Yanında yatır anam Evleri evlerine benzemez; yolları yollarına; dağları dağlarına benzemez. Gurbete gelin gitmek daha da zordur. Hem ana-baba ocağından ayrılmak hem de memleketten, hasret daha da büyür, ayrılık ateşi daha da yakar insanı. İşte o zaman şu türküyü söyleriz içli içli. Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim Hem annemi hem babamı Ben köyümü özledim Düğün sevinçtir coşkudur dedik. Her ne kadar içinde ayrılık da olsa düğünlerde bu coşkuyu bu sevinci doyasıya yaşarız. Halaylar kurar, horonlar teperiz. Türkülerle yaşarız bu coşkuyu. Onlar neşemizin ve sevinçlerimizin türküleridir. Halay başı kim çeker Bir incecik kız çeker Kız yolunu şaşırmış İnşallah bize gider Halaylım yâr halaylım Maşrabası kalaylım Bayramlar değerlerimizi hatırladığımız, kısmen de olsa yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığımız müstesna günlerdir. Unuttuklarımızı hatırladığımız ve hatırlandığımız günlerdir. Gözlerimizi kapayıp geçmiş bayramları düşünürken, eski bayramların hazzını bir kere daha duyar ve koskoca bir tarihimizi; daha doğrusu kendi ruhumuzu, kendi anlamımızı ve kendi değerlerimizi bir kere daha yaşarız. Bu itibarla da bayram günlerinde âdeta gönüllerin tasalarıyla zevklerinden meydana gelen bir türküyü beraber dinler gibi oluruz. Küslük olmaz artık bu günlerde. Şu mübarek günde küsmek olur mu Uzat ellerini bayramlaşalım Tanrı selamını kesmek olur mu Uzat ellerini bayramlaşalım Düşmüşse içine sevda ateşi, canansız hayat olmuşsa senin için ızdırap, gece gündüz terk etmiyorsa hayali sevgilinin seni, kavuşmak senin için yaşamak olmuşsa, hele de gizli sevda çekiyor, söyleyemiyorsan aşkını, işte o zaman seni, ancak sevda türküleri anlar.
Karadır kaşların ferman yazdırır Bu aşk beni diyar diyar gezdirir Lokman Hekim gelse yaram azdırır Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin Bir güzel söz bekleriz sevdiğimizden. Onun sevgimizi, sevdamızı anlamasını isteriz. Gözümüzün yaşı onun için akar yüreğimize doğru. Sevgiliyse umursamaz ne bizi ne de sevgimizi. Sitemimiz onadır, duyar da bizi anlar diye söyleriz türkümüzü. Coşkun çaylar gibi çağlamayan yâr Gönlünü gönlüme bağlamayan yâr Benim bu halime ağlamayan yâr Daha ağlamasın öldükten sonra Bir haber bir mektup bekleriz sevdiğimizden. Bekleyişimiz yâr ile bizi ayıran yollar kadar uzundur. Ama bizim sabredecek gücümüz yoktur. Bir an önce gelsin isteriz yârdan bir haber bir mektup. Sevdiğimiz gelemezse de razıyızdır. Yeter ki yıkılmasın isteriz umutlarımız. Kara tren gelmez m’ola Düdüğünü çalmaz m’ola Gurbet ele yâr yolladım Mektubunu salmaz m’ola Bizi ayakta tutan, adım atmamızı, hayata tutunmamızı sağlayan ve her şeye rağmen dayanmalısın diyen umutlarımızdır. Kaybettiğimiz her şeyin yerine yenisini koyabiliriz. Yeter ki umut olmasın kaybedilen. Yitirirsek umudumuzu, hayatın rengi solar, güzellikler yok olur gider gelmemek üzere içimizden. İçimizdeki umudu beslemeli, yeşertmeliyiz. Kendimizi güçsüz, neşesiz, yalnız daha da önemlisi tatsız tuzsuz hissettiğimizde, işte içimizdeki umudu yeşertecek türküler dinleme zamanıdır. Ağlama gözlerim Mevla kerimdir Her daim rüzigar böyle de kalmaz Dermansız dert olmaz sabreyle gönül Geçer bu ahuzar böyle de kalmaz. Aslında türkülerimizin en güzel türküsünü: “zifiri karanlıkta ayak sesinden şiirin hasını tanıyacak kadar” şairliğinden emin olan, ancak bir köy türküsü duyduğunda şairliğinden utanan Bedri Rahmi EYÜBOĞLU şu mısralarla söylemiştir. Şairim; zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden tanırım! Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım… Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi candan, ana sütü gibi temiz Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla, köyümüz köylümüz memleketimiz… Ah bu türküler köy türküleri, Dilimizin tuzu biberi… Memleket ahvalini onlardan sor; kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i! Öleni, kalanı, gidip de dönmeyeni… Ben türkülerden aldım haberi! Ah bu türküler, köy türküleri; Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak, hiledir hurdasız, çırılçıplak… Dişisi dişi, erkeği erkek! Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara, bıçağı bıçak! Ah bu köy türküleri, karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi… Kiminin reyhasından geçilmez, kimi zehir gibi, kimi zemberek gibi… Ah bu türküler, köy türküleri… Ne düzeni belli, ne de yazanı… Altlarında imza yok ama, içlerinde yürek var! Türküler sevda kokar, türküler hasret kokar, türküler Anadolu kokar, türkülerde memleketimin hüznü, sevinci, üzüntüsü, neşesi vardır. Y.Bülent Bakiler’in dediği gibi; ” Bizim türkümüzde gurbet var artık, hasret var, yürek var, toprak var balam .” Türküler bize bizi anlatır olduğumuz gibi, katıksız samimi. Velhasıl aslında: TÜRK‘ü söyler, TÜRK‘ü anlatır türküler.
SanalKahve © Copyright 2007 - 2014 Tüm Hakları Saklıdır.
|