188 sonuç bulundu

Geri dön

Re: DEĞİŞEN ZAMAN MI? YOKSA BİZLER Mİ.....?

Hep şikâyet ederiz zaman değişti diye

Değişen zaman mıdır düşünmüyoruz niye



Zaman aynı zamandır her yıl aynıdır bakın

Ayı günü haftası yılları olur yakın



Değişen zaman değil insanda var değişim

Herkes sanki robottur çağın adı bilişim



İnsanı yüceltmektir bilginin tek amacı

Bunca bilgi içinde insanlar çeker acı



Neden bunca işkence bu kargaşa nedendir

Menfaatperest Batı zulme hizmet edendir



Bu bela insanlığı sarıp da sarmalamış

Müslüman olan bile çıkarla nemalanmış



Varsa yoksa paradır insan için itibar

Kimse dönüp bakmıyor iltifat görmez kibar



Nezaket unutulmuş iltifat makamlara

Herkesin aklı fikri sadece olmuş para



Kaç garibin gönlünü yaptın diye soran yok

Çok konuşan kişinin bakarsınız karnı tok



Fakirin sesi çıkmaz söyleyemez derdini

Çok rahat isteyenler kaybetmiştir kendini



Gerçek fakir ararsan istemeyenlere bak

Köşe bucak dolaş da gariplere ışık yak



Kim fakirdir kim zengin bilinmiyor bu zaman

Doyumsuz insanların sonları olur yaman



Tasadduktan bihaber yaşarsa şükürsüzler

Onca servet içinde somurtkan kalır yüzler



Eskice Hoca sanma sen kendini kurtardın

Bir nefesin şükrünü bilemezsen tutardın
Koray
Pts Şub 06, 2012 7:41 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: DEĞİŞEN ZAMAN MI? YOKSA BİZLER Mİ.....?

gulgulce yorumun için teşekkür ederim sağol.
Hacegan__
Pzr Mar 25, 2012 8:42 pm
 
Foruma git
Konuya git

İNSAN BENLİĞİ VE EMANET

Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir. (Ahzab Suresi, 72)

Gökler, yer ve dağların yüklenmekten korktuğu emaneti, ene yani insanın benliği, nefsi yüklenmiş. Bu hep kötülüğü emreden büyük düşman, insanın kendi içindedir. En çetin savaşı insan, uzaklardaki bir düşmana değil, benliğinin bir parçasına karşı verir. Eğer bu düşmanından kurtulabilir ve nefsini arındırıp temizleyebilirse Rabb’inin rahmetini umut edebilir.

Bu yüzden en büyük savaş nefsimizle verdiğimiz savaştır. Bir savaş dönüşü şöyle buyurur Peygamber’imiz (sav):

“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”

Abdulkadir Geylani, “Muhalefet kılıcı ile nefsini her öldürdükçe Allah (CC), onu yeniden diriltir. Dirilince yine senden birçok şeyler istemeye, seninle nizaa tutuşur. Kötülük kanatlarını açar; yine uçmaya başlar. İşte., bu sırada sana yine cihad düşer. Nefis ölmez; sen sağ oldukça o da olur. Yalnız o ıslah olur” ifadesiyle nefisle savaşın bir ömür boyu sürdüğüne dikkat çeker.

Nefis ıslah edilmediğinde, kendisinde İlahlık görür, Firavunlaşır. Enaniyet, yakın adamı Haman’a "yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım" diyen Firavun’u suda boğar. Servetini kendisinden bilen Karun’u konağıyla birlikte yerin dibine geçirir.

Ancak ene, yaratılış sırrı bilinir ve terbiye edilirse kâinat hazinesinin şifresini çözer, sırlar önünde açılır.

"Ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu (Allah’ın Zat, sıfat ve isimlerini ifade eden hazinelerini) dahi açar" der Bediüzzaman. Ve eneyi mealen şöyle tarif eder:

"Âlemin anahtarı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, gerçekte kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” adında öyle bir anahtar vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar."

Her yeri kuşatan bir şeyin sınırı ve sonu olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve bir biçim belirlenmez. Örneğin karanlık olmadan aydınlık bilinmez, niteliği anlaşılmaz.

İşte Allah’ın, ilim ve kudreti, Hakîm ve Rahîm gibi sıfat ve isimleri kapsayıcı, sınırsız ve ortaksız olduğu için, onlara hükmedilmez, ne oldukları bilinmez ve hissedilmez. Öyle ise gerçek sonu ve sınırı olmadığından, varsayılan bir sınır çizilmesi gerekir. Onu da enaniyet yapar. Kendinde hayali bir Rabb’lık, bir sahiplik, bir kudret, bir ilim hayal eder, onunla hayali bir sınır koyar. “Buraya kadar benim, ondan sonra O’nundur” şeklinde kısımlara ayırır.

Örneğin kendi sahip olduğu şeyler dairesinde varsaydığı Rabb’lığıyla, Allah’ın var ettiği dairede Yaratıcısının Rabb’lığını, gerçek sahipliğini anlar. “Ben bu haneye mâlik olduğum gibi, Allah da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini kavrar. Ve çalışarak elde ettiği sanatçılığıyla, O gerçek Sanatçının benzersiz sanatını anlar. Bunun gibi Allah’ın Zatına ait bütün sıfât ve İlahi özellikleri bir derece bildirecek, gösterecek esrarlı durumlar, sıfat ve duygular, enede yerleştirilmiştir.

Nefsini arındırıp-temizleyen kişi, emanete ve verdiği ahde riayet eder. Dış dünyaya dair bilgiler nefse geldiği zaman enede bir doğrulayıcılık görür; o ilimler, nur ve hikmet olarak kalır, karanlığa ve amaçsızlığa dönüşmez. Varsaydığı Rabb’lığını ve sahipliğini terk eder. Gerçek kulluğunu takınır, yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesine çıkar.

Ene, yaratılış amacını unutur, sorumluluklarını terk eder ve sahipliğine gönülden inanıp tasdik ederse, kişi emanete ihanet eder. Onu isyanla, günahla, bozulmalarla örtüp-sarar ve yıkıma uğrar. İşte, bütün şirkleri, kötülükleri ve sapkınlıkları doğuran enaniyetin bu yönü nedeniyledir ki, gökler, yer ve dağlar dehşete düşmüştür.

“Kendime mâlikim” diyen kişi, “her şey kendine mâliktir” der ve gönülden tasdik ederek inanır. İnsan ene kesilir, büyük bir şirke düşer. O ene, koca bir ejderha gibi, insan vücudunu yutar.

Enesinin tutsağı olan kişide sevgi olmaz. Kalbi Allah aşkıyla dolu insanda ise enaniyet olmaz. Rabb’inin gücünü kavramış ve O’nun gücünü gereği gibi takdir edebilen bir insanın enaniyete gücü yetmez. İnsan hem aczinin farkında olup hem de enaniyet yapamaz. Farkında değilse, "ben yaptım, ben başardım, benim malım mülküm, benim katım, benim yatım, ben… ben" der; kişinin ayakları yerden kesilir. Ancak günü gelir, Allah onun ayağını yere bastırır; her enaniyetli kişi mutlaka perişan olacağı bir günle karşılaşır.

İşte, ene, bu hâince durumda iken, cehalettedir. Duyguları, fikirleri kâinatın bilme ve tanıma nurlarını getirdiğinde, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve devam ettirecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen her şey nefsindeki renklerle boyalanır. Hikmetin ta kendisi gelse, nefsinde, amaçsızlık ve saçmalık şeklini alır. Çünkü, bu haldeki enenin rengi şirk ve Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları söndürür, göstermez.

Aslında nefsi ezmek kolaydır. Aczini, dünya hayatının sonu olduğunu ve ölümü bilen insanın nefsinin kölesi olması çok akılsızca. Nefis bizi zaten çok önemli ve gerçekten etkileyecek bir şeylere çekmiyor. Dünyada ne var bizi çekebileceği? Tümü zaten kötü ve çok rahatsız edici. Nefsi ezmek zor gibi görünse de, inanan insan için nimettir, rahatlıktır. İnsanı beladan, sıkıntıdan, rahatsızlıktan kurtarır.

Nefsi kontrol altına alamamak insanın kendi zararınadır. Kafasını yerden yere vurmak gibi, kendine acı çektirmektir. Nefsini terbiye eden insanın ise fıtratına uygun yaşadığı için kafası dinçtir; vicdanı rahat, aklı ve şuuru açıktır.

Enesinin niteliklerinin bilincinde olan insan, Allah’ın kusursuzluğunu kavradığında kendi aczini, ilmini kavradığında kendi cehaletini, kemalini kavradığında kendi eksikliğini, müstağniliğini kavradığında kendi fakirliğini görür.

"Ben yaptım" diyen nefis ıslah edildiğinde, "beni de yapmakta olduklarımı da yaratan Sen’sin Rabb’im” der.

Hamd O’nun. Mülk O’nun. Hüküm O’nun. Ve her şey O’na döndürülecek.

O, Allah’tır, Kendisi’nden başka İlah yoktur. İlkte de, sonda da hamd O’nundur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz. (Kasas Suresi, 70).Unutmayalım ki insanlara iyilik ve hizmet etmek isteyen kişi önce kendi nefsini terbiye etmelidir selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Sal Mar 27, 2012 5:16 am
 
Foruma git
Konuya git

OKU......

İlahi emir: "- Oku…"
- Kime?
- Hiç okuma bilmeyen Hz. Muhammed’e(s.a.v).
- Sadece Hz. Muhammed’e(s.a.v) mi?
- Elbette hayır.
- Peki, emir kime?
- O’nun şahsında tüm insanlığa.

Dikkat!
Arap, Türk, Müslüman, Musevi, Hıristiyan ayrımı yapmadan tüm insanlara.
- Peki, bu ilahi emre kulak verip yeterince okuyor muyuz?

Bir kardeşiniz olarak maalesef üzülerek itiraf etmeliyim ki; pek okuduğumuz söylenemez.

Nasrettin Hoca’nın oğluna söylediği "-Benim oğlum mine okur, döner döner yine okur" kabilinden okuduğumuz üç beş kitabı her defasında hatırlarız ama en ufak bir ekleme yapmayız üzerine. Sanki okuma işi bitmiştir bizim için. Toplum olarak ta böyleyiz. Okuma alışkanlığı olmayan toplumlardan klasik denebilecek yazılı eserlerde beklenemez. Çorum halk türkümüzde "Hem okudum hem de yazdım" diye başlar türkü. Demek ki önce çok okuyacağız. Ayrım yapmadan. Hatta ailecek okuma saatleri düzenleyip sıradan sesli bir şekilde önce aile reisi olarak anne, baba sonra çocuklarımız bir kitabı alıp en azından birkaç sayfa da olsa okumalıyız. Bu okuma çalışmaları zamanla alışkanlık yapacaktır bizde.

Sakın vaktimiz yok demesin kimse. İnce eleyip sık dokuyalım lütfen. Televizyon karşısında geçirdiğimiz onca zamanın birazını okumaya ayıramaz mıyız? Küçük yavrularımız çizgi film hastası oldular. Öyle ki; anneleri yemek yedirebilmek için mutlaka çizgi film açıp, çocuk filme bakarken kendinden geçtiği için annesi ağzına lokmaları peş peşe vermekte güya bebeğini doyurmakta. Oysa yavrucak çizgi film izlerken kendinden geçmiş yemek yediğinin bile farkında değil. Alışkanlıkların küçük yaşlarda kazanıldığını hepimiz bilir, birde "ağaç yaşken eğilir" diye bildiğimizi pekiştiririz de; yavrularımıza küçük yaşta okuma alışkanlığını kazandırmak için en küçük bir gayrette bulunmayız.

Sevgili dostlar;

Bazen bir fırsat bekleriz işlerimizin daha yolunda gitmesi için. Belki de çoğu ömrümüz fırsat beklemekle geçer. Oysa şu anı değerlendirmek daha anlamlı olmaz mı?
Bir dörtlük çalışmamda şöyle demiştim:

Dün geçmiş zaman, yarınsa gelecek…
Bu günü dünden yakalamalısın.
Mademki her canlı bir gün ölecek,
Seni yaratana kul olmalısın.

Öyle değil mi?
Bugünlere dün denen zaman diliminden gelmedik mi?
Yarına çıkmaya kim garanti verebilir?
Madem doğduk o halde ölüm muhakkak.
O zaman bize yapmamız gereken bir iş kalıyor. İlahi emre kulak verip " Oku" emrine bu günden tezi yok sıkıca sarılıp bir daha bırakmamak.

Belki de beklediğimiz fırsat gelmiş geçmek üzere. Gidelim bir kitapçıya en sevdiğimiz kitapları alalım ve başlayalım okumaya Allahın emrini yerine getirelim inşallah amin ecmain Selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Sal Mar 27, 2012 12:36 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: ÖLÜMÜN ADRESİ YOKTUR..

Emegine Yüregine Saglik Hacegan Kardesim Paylasim icin sagolasin allah razi olsun

Selam ve Dua ile
Asri_Saadet
Sal Mar 27, 2012 11:04 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: ÖLÜMÜN ADRESİ YOKTUR..

Asri_Saadet kardeşim Allah hepimizden razı olur inşallah amin ecmain.
Hacegan__
Sal Mar 27, 2012 12:13 pm
 
Foruma git
Konuya git

ÖLÜMÜN ADRESİ YOKTUR..

Sayın Sanalkahve dostlarım Yazıma merhum Yunus’un bir şiirinden alınan bölümle girmek istiyorum.

Ana rahminden indik dünya ya
Bir kefen aldık döndük mezara.

Hayatı sadece iki mısra ile ne kadar güzel özetlemiş merhum Yunus değil mi?Rahimden, Er Rahim’e dönmek aslında bu yolculuk.Er Rahim’den rahime,rahimden Er Rahim’e, yoksa bir döngü olmasın sakın!
Doğduğunda beyaz bezlere belenen bebekler yıllarca yaşayıp tekrar geldikleri yere dönerlerken bir defa daha beyaz bezlere belenerek dönüyorlar Yaradanın huzuruna.Beyazlık masumiyeti,temizlği temsil eder bilirsiniz.Gelinlik çağına gelen kızlarımız bembeya gelinlikle evlerinde çıkmayı murad ederler.Yani herkese; bakın ben tertemiz bir şekilde evimden başka bir eve misafir gidiyorum demek ister.İnsanda ilk doğduğunda tertemizdir aslında. Tertemiz geldiği yere geri dönmesi arzu edilir.Belki de yaşarken bedeni,ruhaniyeti ne kadar kirlenmiş olursa olsun bir insanı siyah,yada kahverengi bir kefenle öbür aleme göndermezler.Yine beyaz bez tercihedilir.Yine masumiyeti düşünülür,belki de Allah tan böylelikle de olsa bir af dilenmek istenir.
İki beyaz arasına karayı yerleştirmek çok kolay iken,beyazı yerleştirmek çok marifet ister.Çoğu zaman insan teeddüb eder yaptıklarından,pişmanlıklar yaşar,gelgitler dolanır içinde derinden derinden,ne beyaz olmayı becerebilir,ne kara olmayı.Kaderi gri bir yaşamdan ibaret olur böylelerinin.Araf halinin temmsilcileri gibi görürüm ben böyle insanları.Yeteneksizliklerinden değildir yaşadıkları,belki de bir kaçamak sevdasıdır yaptıkları,kendilerini aldatma pahasına da olsa.Düşünmezler sonucunu.O an ki rahatlık mest eder onları,bilmezler ki asıl rahatlık varacakları daimi yerdedir.Sadece başta nefsim olmak üzere acırım bu hallere.Düşeriz bizlere yakışmayan hallere,düşeriz gıybet makinalarının bıtıraklı dillerine.
Ölümün yaşı yoktur.Tefekkür ederim bazen.Doğmadan anne rahminde ölen bir çocuğu,düşünürüm daha beş yaşına gelmemiş kurşunlar yemiş çocuğu,ya da ömrünün gencecik baharında telli duvaklı gelin olamadan giden kızcağız ya da damatlığı görülmeden şehit olan yiğit delikanlıları.Var mı,bana söylermisiniz ?bunların ölümlerinin yaşla,tecrübeyle,sağlıkla alakası.İlla yetmiş yaşına gelmek,illa emekli olmak,illa hedeflerini gerçekleştirmeden ölmemek diye bir şey.
Bazen elli çeşit hastalığa düçar olan bedeninle ölümü beklerken,ölüm oyun yapar sana.Seni hastalıktan değil,trafik kazasından alır götürür.Beklenti ne iken sonuç ne oldu?Aldanmamak lazım sağlık,sıhhat afiyete,kenserli bir hasta yıllarca yaşarken,sağlıklı bir kişi bir deprem anında ölümü soluklayabilir ansızın.
Ölüm kol geziyor,caddelerde,evlerde,ilaç kokulu hastanelerinin koridorlarında,bindiğiniz arabada.sayayım mı daha?Analdınız aslında nedemek istediğimi siz.Hayat dalaga geçilecek bir arena değildir.Aslanlarpençelerini bileleyip dururken siz kendinizi nasıl güvende hissedebilrisiniz,söylermisiniz bana?
Bir pamuk ipliğine bağlı yaşam sürerken,hayata neden tonlarca ağırlıkla bağlanmaya çalışrsınız?Bu bir tezat değil midir?Neden hep dünya,dünya der durusunuz.Dünyaların çift olduğunu söyleyen olmadı mı sizlere?Adalet için terazinin dengeli olması lazım iken,neden terazinin bir gözü hep ağır basar dünyanızda, bunun hiç muhasebesini yaptınız mı?Sorular,sorular,sorular..Önemli olan bu sorulara mantıklıca cevaplar.
Şeytanın sofrasından nemalanmak marifet olsaydı,bizlere öyle biryol çizilirdi.Yol gittiğiniz yolmu dur,yoksa paralel bir yolu gerçek mi sanıp aldanıyorsunuz!
Evet sevgili dostlar; yaşamın hak olması gibi,ölmek te bir haktır.Eğer bedeninizde bir ruh emaresi varsa ölmekte en tabii hakkınızdır.Ama ölmeden önce ölmeyi hiç denediniz mi?Bunu elbetteki ibret ve tefekkür babında söylüyorum.Afedersiniz ağızdan yedikleriniz belli bir süre başka yerlerden geri çıkıyorsa,bu hayat yemeye,içmeye dayalı bir hayatsa,ya da benzini olmayan bilmem kaç milyarlık arabanın benzinsiz bir milim dahi ileri gidemeyeeceği düşünülürse bu nasıl bir hayattır düşünmek lazımdır!Demek ki hayat sadece madde olmamalıdır.Hayat sadece midenin şişkin olması da değildir.Bunun bir de mana yönü vardır.Bedeni tıka basa doyarken,ruhunu aç bırakan insanlara şaşarım.İşte tam bu noktada sözüm onlaradır.Beyler kaçtığınız ölüm pusu kurmuş sizi bekliyor,haytınız tehlikededir,lütfen gereken tedbirlerinizi alınız.Ölümün sizi ne zaman,nerede ziyaret edeceği hiç belli olmaz.Çünkü ; ÖLÜM ADRES SORMAZ...Rabbim bizlere ölümün hayırlısını versin inşallah amin ecmain Hacegan...
Hacegan__
Sal Mar 27, 2012 5:31 am
 
Foruma git
Konuya git

DUA EDELİM...

Sizi yaratan, akıl ve beden bahşeden, ruhunuza çeşitli zevkler yaşatan Allah’a yeterince yakın mısınız? O’na en son ne zaman dua ettiniz? Allah’a sadece zorluk anlarında mı dua ediyorsunuz, yoksa size olan yakınlığını bilerek O’nu sürekli anıyor musunuz? Cevabınız ne olursa olsun yapmanız gereken en doğru şey, “Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf Suresi -16 ) ayeti gereği, Rabbimizin bize çok yakın olduğunu ve “Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.” (Bakara Suresi -107) ayeti gereği de tek dostumuz ve yardımcımızın Allah olduğunu unutmamak olacaktır. Allah bir başka ayetinde ise, kullarına olan yakınlığını ve dua edenin duasına icabet edeceğini şu şekilde bildirmiştir:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi - 186)

"Çağırmak, seslenmek, yardım istemek" anlamlarına gelen dua, Yüce Rabbimizle aramızda kurduğumuz önemli bir bağdır. Dua ederek, gücü sınırsız olan Allah’ın karşısındaki aczimizi kabul etmiş oluruz. "De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?..." (Furkan Suresi - 77) ayetiyle, Allah katında değer bulmamıza vesile olan dua ibadetinin önemini de anlamış oluruz.

Dua, çoğu insanın olumsuz bir olay karşısında elinden geleni yapıp, artık yapacak bir şey kalmadığında başvurduğu son çaredir. “Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür.” (Adiyat Suresi -6) ayetinden de anlaşıldığı gibi insanların çoğu, duasına icabet edip kendilerini zor durumdan kurtaran “…Allah’ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler…” (En’am Suresi -91) İnsanların bu nankör tavrı, bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmiştir:

İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi - 12)

Oysa insan, sağlıklı iken ve hayatındaki her şey yolunda giderken de Allah’a dua etmeli ve bütün bunlar için şükretmelidir. İbadetlerin tümünde olduğu gibi duada da sabırlı ve kararlı olmak, Kuran’a en uygun tavır olur. "Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu şüphesiz, huşu duyanların dışındakiler için ağır bir yüktür." (Bakara Suresi, 45) ayetinden de anlaşıldığı gibi sabır ve namazla yardım dilemek Allah’ın bir emridir. Ancak Rabbimizin Enbiya Suresi 37. ayette bildirdiği üzere, insan aceleci olarak yaratılmıştır. Her konuda hemen sonuca ulaşmak isteyen insan, dualarının da anında kabul edilmesini ister. Duası istediği yönde gerçekleşmediğinde ise dua etmekten vazgeçer. Bu nedenle sabır ve kararlılıkla dua etmek, huşu duyanların dışındakilere ağır gelir.

Oysa müminler dua ettiklerinde Allah’ın kendilerini işittiğini ve kesin olarak dualarına icabet edeceğini bilirler. Olayların tesadüfen değil, Allah’ın belirlediği kadere göre geliştiğinin farkındadırlar. Bu nedenle dualarının karşılıksız kalacağı gibi samimiyetsiz bir ruh halinde olmazlar.


Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. (Mü’min Suresi – 60)

Allah, bir başka ayetinde ise "... sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden..." (Neml Suresi, 62) sıfatını hatırlatmaktadır. Bu da samimi duaların Allah katında karşılık göreceği anlamına gelir.

İmam Rabbaninin bu konudaki sözleri ise şöyledir:

"Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez." İmamı Rabbani

Unutmamak gerekir ki Allah, insanın aklından geçirdiği dua mahiyetindeki tek bir düşünceyi dahi karşılıksız bırakmaz. Duaya icabet, duanın aynen gerçekleşmesi anlamına gelmez. "İnsan hayra dua ettiği gibi, şerre de dua eder, insan pek acelecidir." (İsra Suresi, 11) ayetinden de anlaşıldığı gibi kişi, kendisine zararı dokunacak bir konuda dua edip, bunun hiç farkında olamayabilir. Allah duasına istediği yönde icabet etmediği için, duasının kabul olmadığını zanneden kişi, büyük bir yanılgı içindedir. Zira Allah merhametinden dolayı, kulunun hayrına olacak şekilde duasına icabet etmiştir.

Duada istenilen şeyin geciktirilerek verilmesi, ya da istenilen yönde icabet edilmemesi Allah’ın, kullarının sabrını ve tevekkülünü bir denemesi ve onları imani yönden olgunlaştırması anlamına da gelebilir. (Allah en doğrusunu bilir)
Dua ile ilgili çok önemli bir konu daha vardır. Sözlü duanın yanı sıra, kişinin fiili olarak da çaba göstermesi oldukça önemlidir. Örneğin üniversite sınavını kazanmak için dua etmekle beraber, fiili bir çaba olarak sınav başvurusu yaparak ve düzenli bir çalışma ile sözlü duayı desteklemek gerekir. Allah her şeyi bir sebep sonuç ilişkisi ile yaratmıştır. “Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil kılmışızdır.” (Furkan Suresi - 45) ayetinden de anlaşıldığı gibi, Allah gölgeyi yaratmış ve güneşi de ona delil kılmıştır. Sonuca ulaşmak için sebeplere uygun olarak gerekli tedbirleri almak, ancak bunları etkili kılacak olanın Allah olduğunu bilerek, sabır ve tevekkülle sonucu Allah’tan beklemek en doğru tavır olur.

Kainatı yoktan var eden Allah için, yaşayan milyarlarca kulunun duasına icabet etmek çok kolaydır. Yeter ki bizler, bütün gücün Allah’a ait olduğunu bilerek, her duamıza icabet eden Rabbimizin dilemesi dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini ve bir şeyin olması için ona yalnızca “Ol” demesinin yeterli olduğunu unutmayalım.
Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir Suresi -29) Selam ve dua ile Allaha emanet olunuz Hacegan..
Hacegan__
Cmt Mar 24, 2012 3:59 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: DUA EDELİM...

Emeginize saglik Hacegan Kardesim paylasimlariniz icin Allah sizden Razi Olsun

Selam ve Dua ile
Asri_Saadet
Cmt Mar 24, 2012 7:58 pm
 
Foruma git
Konuya git

DİN VE AHLAK ANLATIMI....

Sayın sanalkahvenin en değerli dostlarım bugün aklıma böyle bir şey yazmak geldi acaba bizler yazan çizenler okuyanlar yada anlatanlar bunu kendi çevresine arkadaşlarına hatta çocuklarına nasıl anlatıyor diye düşündümve yazmaya karar verdim.Dinsiz toplumlarda insanlar mutsuz, karamsar, saldırgan ve güvenilirlikten uzaktırlar. Bunun tek sebebi, çocuk yaştan itibaren alınan materyalist eğitimdir. Çevrelerinde gördükleri herşeyin kör tesadüfler sonucu oluştuğunu düşünürler. Yakınları ve kendilerinin ölümünü ise bir son, yani yok oluş zannederler.

Din eğitimi almayan çocuklar var oluşu ve ölümü anlayamadığı için ruhları boşlukta kalır. Din ise ruhun ilacıdır, tek şifa kaynağıdır.

Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz. (İsra Suresi, 82)

Çocukla iletişim kurarken ona saygı duymak ve değer vermek gerekir. Çocuğa sanki bir şeyden anlamayan aklı zayıf kişi muamalesi yapmak doğru değildir. ‘Çocuktur, nasılsa anlamaz’ demek yerine, 30 yaşında bir insanla konuşuyormuşcasına hürmet ve saygı ile konuşmak gerekir. Şayet ‘nasılsa aklı ermez’ diye düşünülerek konuşulursa, çocuğun üstüne şeytani bir delilik çöker.

Çocuklar derin sevginin yaşanacağı Allah’ın tecellileridir. Çocuğa, onu sevdiğinizi ve ona saygı duyduyduğunuzu hissettirmeniz gerekir. Çocukların çoğu meşru isteklerine, şımarır düşüncesi ile red cevabı vermek her zaman doğru değildir. Bu tür isteklere olumlu cevap vermek çocuğun size olan sevgi ve saygısını artırır. Bu jestleri çocuk asla unutmaz.

Çocuklar, sevgi ve saygı duyduğu kişileri model alır ve söylediklerini çok önemserler. Öncelikle Kuran ahlakına uygun tavırları yaşamın her alanında göstererek çocuğa örnek olmak çok önemlidir. Çünkü çocuk, model aldığı kişiyi taklit etmekten çok hoşlanır.

Çocuğun Allah’ı çok sevmesi için, Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünmesine vesile olmak gerekir. Örneğin, çikolatayı, elmayı Allah yaratıyor dedikten sonra elma ağacının detayları çocuğa anlatılıp düşünmesi sağlanabilir. ”Küçücük bir elma çekirdeği toprağa atılıyor ve 80 metre yüksekliğinde bir ağaca dönüşüyor. Hiç bir zaman bir elma ağacından portakal çıkmıyor. Kimi elma ağaçları kırmızı, kimi sarı kimi de yeşil elma veriyor. Her biri çamurlu toprakta yetişmesine rağmen mis gibi kokuyor ve enfes lezzetler üretiyor. Her ağaç, binlerce dal ve meyve veriyor. Bunun oluşması için sadece biraz zaman gerekiyor. 30 Yılda gelişen bir ağacın 30 saniyede geliştiğini düşün…” şeklinde bir anlatım, Allah’ın varlığı ile beraber büyüklüğünü de kavramasına vesile olur inşaAllah.

Çevrenizde gördüğünüz herşeyi vesile kılıp Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü anlatmanız mümkün elbette. Mesela Allah’ın tavuskuşunda yarattığı renkler, kelebek kanatlarındaki simetri detaylı olarak anlatılabilir. Bu anlatım esnasında çocuğa sorular da sorulmalıdır. Örneğin ”kelebek kanatlarındaki simetri ve desenler sence tesadüfen olabilir mi?” ya da ”Küçücük tahta parçası olan tohum, sence kendi kendine bu kadar çeşitli bitkileri üretiyor olabilir mi?” gibi…

Bütün bu iman hakikatlerini anlatırken, ona bunların tam tersini söyleyen şeytan diye bir varlığın da bulunduğunu hatırlatmak çok önemlidir. ”Şeytan herşeyin tesadüf sonucu oluştuğunu söyler, sence sen, ben, kuşlar, çiçekler… tesadüfen olmuş olabilir miyiz?” diye sorular sorularak çocuğun düşünmesi ve aklını kullanması sağlanmalıdır inşaAllah.

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)

Çocuğa, ibadete ilişkin teklifler getirmeden önce ibadetin mantığı anlatılmalıdır. Sabırlı olmak, güzel söz söylemek, iyilik yapmak, israf etmemek gibi önemli ibadetler çocuğa sevdirilmeli ve uygulama ortamları oluşturulmalıdır. Tabağında yemek bıraktığında ”arkandan ağlar” gibi gerçek dışı bir üslup kullanmak yerine, daha gerçekçi ve Kuran’i bir üslupla israf etmenin iyi bir şey olmadığı, bu yiyeceklere ulaşamayan çocukların var olduğu anlatılmalıdır.

Çocuğa aile fertlerinden önce Allah ve peygamberleri tanıtılmalı ve sevdirilmelidir. Allah’ın varlığını kavrayan çocuk O’nu çok sever, O’nun sevgisini kaybetmekten korkar. Allah’ın cenneti yarattığını, iyi insanlarla ve ailesi ile cennette buluşacağını bilmelidir. Ölümü yok oluş zanneden çocuk öfke duyar, bunalıma girer, kinlenir. Oysa ölümün bir son değil, asıl başlangıç olduğu, ölen yakınları ile cennette buluşacağını bilen çocuk huzur dolar, sakinleşir.

Çocuğa din anlatılmazssa ruhu boşlukta kalır. Dini çağ dışı görüp dinden uzak, düşünemeyen, sisteme köle edilmiş olarak yetiştirilen çocuklar genelde ukala, saldırgan, çılgın ve kavgacı olurlar. Oysa din ruhun gıdasıdır, insanların neşeli ve sağlıklı olmasını sağlar. Din yok edildiğinde insanların, dolayısıyla toplumların sağlığı bozulur. Bugün Türkiye ve dünyada yaşanan cinnet, cinayet, ahlaksızlık, bunalım, savaş ve zulmün nedeni, dinden uzak yaşamlardır. Bu zihniyete göre, kör tesadüfler sonucu oluşan canlıların bir hayvan kadar değeri yoktur.

Çocuklarımızı şeytanın kurmuş olduğu bu sistemin içinden çekip kurtarmak için lütfen ertelemeden, onlara iman hakikatlerini ve Allah’ın varlığını anlatalım. Ve bunu yaparken onlara bir yetişkin gibi davranıp kişilikli bireyler olmalarına vesile olalım. Hz. İbrahim’in henüz koşma çağındaki çocuğu ile rüyasını istişare ettiğini ve Hz. İsmail’in de koşma çağında bir çocuk olmasına rağmen olgun ve teslimiyetli tavrını örnek alalım ve imanın insana olgunluk feraset kazandırdığını asla unutmayalım! Yaşı kaç olursa olsun…

Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): ‘oğlum” dedi. ‘Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu İsmail) Dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaAllah, beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat Suresi, 102).Selam ve saygılarımla Hacegan....
Hacegan__
Cmt Mar 31, 2012 1:46 pm
 
Foruma git
Konuya git

hatme -i hacegan nedir

Nakşibendiye Tarikatı'nda topluca yapılan zikre hatm-ı hacegan denir. Müridlerin adedi on kişiden az ise, küçük hatme; çok ise, büyük hatme sesli, sessiz olarak icrâ edilir. Aralarında iki fark vardır. Birisi, 79 kere okunacak olan el-İnşirâh suresinin terkedilmesi, diğeri ise,1001 ihlâs yerine 500 defâ, Ya Baki entel-Bâki'nin okunmasıdır. (Mustafa Kara, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, s. 156).

Bütün bu usul, prensip ve kaideler tarikat şeyhleri tarafından konulmuştur. Sünnette 79 defa İnşirah 1001 defa İhlas vb. vîrdler mevcut değildir. Resulullah (asv) zamanında mevcut olmayıp sonradan tarikatın mensupları tarafından ortaya konmuştur. Yoksa Hz. Peygamber (asv)'den bu konuda sahih yolla gelen herhangi bir hadis veya bir haber yoktur. Bunlar tarikat ve va'z türü eserlerde mevcuttur. Halkı ibadet ve takvaya alıştırmak için iyi niyetle dinde ihdas edilmiş bid'atlerdir. Tevhid akidesine ters düşmeyenler, Kur'an ve Sünnet'e uyanları kabul edilir, gerisi red edilir.
Asri_Saadet
Per Mar 29, 2012 4:45 pm
 
Foruma git
Konuya git

KARDEŞ DEĞİLMİYİZ....

Yüce Allah’ın ‘Müminler ancak kardeştirler…’ (Hucurat Suresi, 10) ayetiyle haber verdiği kardeşliği biz Müslümanlar ne kadar yaşıyoruz?

“Kalbim Allah aşkı ile dolu” diyoruz da birbirimize karşı o aşktan kaynaklanan sevgiyi ne kadar hissediyoruz?

Allah saf bağlayarak mücadele etmemizi, haksızlıklar karşısında birlik olup karşı durmamızı isterken biz gücümüzü birbirimiz için kullanıyor, farklı mezhepten, farklı cemaatten olan Müslüman kardeşlerimize karşı saf bağlıyoruz.

Birbirimizin kitaplarını okumuyor, satmıyor, birbirimizin camiinde namaz kılmıyor, “bizden” olmayanı düşman görüyoruz. Ortak değerler üzerinde ittifak etmeyi değil, ihtilafı seçiyoruz.

Allah’ın buyruğu olan ’hayırlarda yarış’ı benimsemek ve bu Rahmanî yarışta gücümüz yettiğince çaba harcamamız gerekirken, biz birbirimizi rakip görüyor, dünyevi işlerde birbirimizle yarışıyoruz.

Allah, Kur’an ahlakının yeryüzü hakimiyetini vaad eder, Peygamberimiz (sav) de müjdelerken, bizler sıcak evlerimizde oturuyor, bunun için hiçbir çaba göstermiyor, riske girmekten kaçınıyoruz. Riskten kaçındığımız gibi, Allah yolunda mücadele içinde olan, yalnızca Allah için yaşayan Müslümanları saflıkla nitelendiriyor, eleştiriyor, yaptıklarını küçümsüyoruz.

Birbirimize hüsn-ü zan etmemiz Kur’an’da çok açık emredildiği halde, Müslüman kardeşlerimize atılan iftiralar konusunda araştırma dahi yapmadan hemen inanıyor, dahası yaygınlaştırıyoruz.

Allah cennet ehlini, "Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar." (Hicr Suresi, 47) ayetiyle tarif ederken, biz birbirimize kin ve düşmanlık güdüyor, buğz ediyoruz.

Müslümanlar arasındaki tesanüt ve dayanışmayı engellemeye çalışan şeytana fırsat veriyor, birbirimize karşı kuruntulara düşüyoruz.

Rabb’imiz, "Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır." (İsra Suresi, 53) buyururken güzel söz söylemek bir yana, birbirimize hatırlatma ve uyarıda bulunmuyor, şeytanın planlayıp uygulamaya koyduğu sinsi tuzaklarına kolaylıkla düşüyoruz.

Peygamberimiz(sav) bizim için en güzel örnek olduğu halde, O’nun, ‘Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler” hadis-i şerifini göz ardı ediyor, yalnızca sevdiği yemekleri yiyerek sünnetini ihya ettiğimizi zannediyoruz.

Bu arada bazı din adamlarının durumunu da unutmayalım. Kimi, Allah’ı ve delillerini hatırlatmak, insanların imanını güçlendirecek konular anlatmak yerine, misvakın nasıl kullanılacağını anlatıyor, kimi de ya inkârın kaynağı olan evrime ya da reenkarnasyona Kur’an’dan zorlama delil getirmeye çalışıyor. Müslümanların birlik olmasının zamanın en büyük farzı olduğunu yalnızca bir ya da birkaç din âliminden işitebiliyoruz.

Necip Fazıl şöyle söylüyor; “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği”… Ancak bizler doğru, iyi ve güzeli hep yanlış yerlerde arıyoruz.
Hicret sırasındaki Ensar ve Muhacir gibi dostça yaşamak varken, düşmanlıkla hem güçten düşüyor hem hayatı azap içinde yaşıyoruz.

Ve en önemlisi Deccal tüm dünyada faaliyette iken, biz oturuyor, ezilenler, yurdundan sürülenler, zulme uğrayanlar için bir şey yapmıyor, sadece izliyoruz. Zulme seyirci kalmanın, zulme ortak olmak anlamına geldiğini düşünmüyoruz.

Allah, bütün bu göz ardı ettiğimiz her şey sebebiyle sürekli uyarıyor, sürekli hatırlatmalarda bulunuyor. Ama biz musibet geldiğinde sebebini düşünmüyor, kendimizi gözden geçirip hatalarımızı düzeltmeye çalışmıyoruz.

Derin uykumuzdan uyanmak ve Şah-ı Nakşibendinin ifadesiyle “tembellik döşeği”nden kalkmak için kaç musibet daha isabet etmesini bekliyoruz? Birlik olma zamanı gelmiştir. Tüm İslam Alemi kardeşliği sözde değil, özde yaşamalı ve kardeşlik bağlarımızın güçlendirilmesine çaba harcamalıyız. Allah vaadini zaten tamamlayacak, İslam ahlakını hâkim kılacak. Bu süreçte bizim ne yaptığımız önemli. Özür olmaksızın oturmak yerine, buna vesile olup Allah Katındaki derecelerimizi artırmak istemez miyiz?

Bugün, dünya üzerindeki büyük fikri mücadele iman ve inkâr arasındadır. Bir tarafta iman sahipleri, diğer tarafta din dışı felsefe ve görüşleri savunanlar vardır. Vicdanımızı diri tutarak, Deccalî fitneye ve tüm dünyada yaşanan zulme karşı birlikte saf bağlayarak mücadele etmeliyiz.

Zorluk ve sıkıntılar hep birlikte aşılır. Kur’an’ın ruhu içerisinde birleşmeli, hangi ırktan, hangi düşünceden olursa olsun, samimi iman sahipleri ortak amaç için bir araya gelmelidir. Birlikte atılacak kardeşlik temeli üzerinde- Allah’ın dilemesiyle- barış ve huzur dolu güzel bir hayat yükselecektir.

O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir. (Şura Suresi, 13) Allahım birliğimizi kardeşliğimizi daim kılsın inşallah bizleri şeytanın ve şeytanlaşmış insanların şerrinden korusun amin ecmain.Hacegan
Hacegan__
Cum Mar 30, 2012 5:28 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: KARDEŞ DEĞİLMİYİZ....

Emegine YÜregine Kalemine Saglik Hacegan Kardesim Paylasimlarin icin Allah Razi Olsun

Selam ve Dua ile
Asri_Saadet
Cum Mar 30, 2012 8:13 am
 
Foruma git
Konuya git

HANGİ DURAK...

Çok güzel ve çok sevdiğim bir dostumuzun çevresinde bulunan dostlarına her zaman söylediği bir tavsiyesi vardı ve hepimizin çokta hoşuna gitmişti hani!”Durakta beklememek, ilk gelen vasıtaya binip gitmek!” Dostumuz bu sözleri ile: “İki günü bir birine müsavi(eşit) olan mü’mün-i kâmil değildir.” Hadisi şerifini insanımızın hayatına tatbik etmesi, gerçek mümin olması gerektiğini ifade diyordu .
Tabi ki; İnsan durakta vasıta beklemesin ve Mü’min’in iki günü bir birine eşit olmasın ama sırf günlerimizin bir birine eşit olmasını önlemek için her gelen vasıtaya binip gitmeli mi? Belki de gidilmesi gereken yerde değil kalınması gereken yerdeyizdir.
Elbette bir durakta elimizde çanta, cebimizde pasaportumuz, omzumuzda bilgisayarımız bekliyoruz. Bekliyoruz beklemesine de; gelen vasıtaların ya modelini, ya rengini veya markasını beğenmiyoruz ve binmiyoruz. Bütün otobüsler gidiyor ama biz Otobüslerin sefer vakti bittiği halde o durakta vasıta beklemeye devam ediyoruz, tabii olarak yolumuzdan kalmak pahasına!
Elbette gerekirse ve gerçekten gitmemiz gerekiyorsa; bir vasıtaya binmeden de, amiyane tabirle tabanvaylara(!) binerek de olsa yol almanın, yola koyulmanın çaresine bakmamız gerekiyor. İmkânlar nispetinde gerek otobüs, gerek taksi, gerek uçak, gerek tren, vapur daha aklınıza gelen ve gelmeyen ne kadar vasıta varsa…
İyi güzel de insanın aklına üç tane soru geliveriyor düşündüğü zaman!
1.Hedefimiz ne, nereye gitmek istiyoruz, vasıl olmak istediğimiz adres neresi ve ne umuyoruz; vardığımız, vasıl olduğumuz, buluştuğumuz hedefimizde bizi ne bekliyor ve orada ne yapacağız? Neyi değiştireceğiz, ne kazanacağız?
2.Hangi vasıtaya binelim den ziyade bizim durak, yani yolculuğu başlayacağımız durağımız neresi ve neyi temsil ediyor? Bu durağımız neyin ve hangi amelimizin kaynağı, başlangıcı olacak?
3.Elbette durakta beklemeyelim diye oto stop bile yapabiliriz ama gideceğimiz yer neresi ve ne için gidiyoruz. Yani stratejik hedefimiz ne? Umduğumuz fayda ne? Âlemlerin Efendisi Peygamberimiz(SAS) Efendimizin buyurduğu gibi:”Mü’min’in niyeti amelini geçmiştir.”buyuruyor.
Niyetimiz ne? Durağımız neresi? Ümmetin ve milletin birliği mi? Ümmet arasındaki anlaşmazlıkları ve ayrışmayı ortadan kaldırıp kardeşleri bir araya getirmek mi?
Bu yolculuk bir mescidin önünden mi kalkıyor, Bir meyhanenin önünden mi kalkıyor veya bir bankanın önünden mi kalkıyor? Yani yolculuğumuzun anlamı neyin üzerine kurulmalı?
Yolculuğunuza maliye bakanlığının önünden başlamayı düşünüyorsanız sizin millet ve ümmet gibi bir derdinizin olmadığı anlaşılır. Hedefinizde para kazanmak varlıklı olmak ve rahat yaşamak vardır.
Yolculuğunuz bir bankanın önünden başlıyorsa bu durumda siz hem zengin olmayı maddi kazancı hedefliyor, bu hedefe giderken de makyevelist bir anlayışla kazancınızın kaynağı konusunda hassa davranmıyorsunuz demektir.
Yolculuğumuz bir meyhanenin önünden kalkıyorsa ve bu yolculuğun devamını istiyorsak anlaşılan odun ki; bu insan dünya nimetlerinin keyfini yaşamak istiyordur.
Kişinin yiyip içtiği ve kazancın nasıl ve nereden geldiğinin, helal mi haram mı olduğunun, insanların bu günü ve geleceği için çok önemli olduğunun üzerine hassasiyetle eğilmemiz ve geleceğimizin buna bağlı olduğunu bilmemiz gerekir.
Yani yapacağımız yolculuğun hangi otobüs durağından başlayacağı çok önemlidir. Evet, millete ve Ümmete, yani bütün İslam âlemine karşı borcumuz vardır ve bu borcumuzu yani adımıza tahakkuk eden millet ve ümmet vergimizi mutlaka ama mutlaka gerek maddi ve gerekse manevi olsun ödememiz gerekir. Adımıza tahakkuk eden ümmet ve millet vergimizi ödemememiz halinde bu dünyada karşılığını göreceğimiz gibi ahrette de cezasını çekeceğimizi aşikârdır.
Elbette günümüz insan kaçakçılarının yaptığı gibi insanları otobüslere doldurup bir yerlere göndermemiz ancak bu insanların hangi meçhule gittiklerini bilmemeleri kimseye bir fayda sağlamaz, kaldı ki, böyle bir otobüse binip gitmek yerine durakta nereye gideceğine karar vererek ve planlayarak gitmek bin kere evladır.
Evet, millet olarak, ülke insanı olarak, İslam âlemi olarak Müslüman Türk alemi olarak nereye ne için gideceğimize karar vererek duraklarımıza gelecek ama milletin, İslam aleminin iman, ideal hedeflerine varması için gidilecek vasıtanın mutlaka tespit edilmesi ve en uygun vasıtanın temin edilmesi gerekir.
Hedef ve vasıta belli ise yapılacak şey karar verilen hedefe; tespit edilen vasıtaya binip gitmemiz gerekir. Bu yolculuk belli kimselerin değil bütün bir İslam ümmetinin görevidir. Yanlış otobüslere binip gidenlerin ise vay ki vay hallerine… Ama uyarmak görevi de her halde bizlerin görevi, yoksa hem yanlış vasıtaya binenlerin ve hem de yanlış adrese gidenlerin vebali bizimde boynumuzadır.
Bizden söylemesi…Selam ve dua ile Hacegan....
Hacegan__
Per Mar 29, 2012 1:36 am
 
Foruma git
Konuya git

İMTİHANLARIMIZ....

Bugüne kadar bir şeyleri elde etmek için ne çok çaba harcamışsınızdır. Örneğin gençlik dönemindeki en büyük hedef hiç kuşkusuz, bir üniversiteye girebilmektir. Her genç insan için üniversite sınavı bir dönüm noktasıdır. Geleceklerine yön verecek olan bu üç dört saatlik imtihan onlar için ne büyük önem taşır. Yıllarca ders çalışır, okul dışındaki saatlerde dersaneye gider, uykusuz kalır, sosyal etkinliklerden, tatil ve eğlenceden uzak dururlar. İstedikleri üniversiteye girebilmek için sabır ve kararlılıkla gayret gösterirler.
Kiminin en büyük amacı da güzel bir otomobile sahip olmaktır. Bunun için önce iyi bir iş sahibi olmak, para kazanmak gereklidir. Ancak istediği otomobile kavuşsa da istekleri bununla sınırlı kalmaz. Ardından daha fazla çalışır, özveride bulunur bir ev sahibi olabilmek için çaba gösterir.

Tüm bu örnekler, insanın “kuşluk vakti kadar kısa olan” dünyadaki hayatı süresince sahip olabileceği geçici yararlardır. Hepsi de ölümle birlikte ya da henüz yaşıyorken, herhangi bir nedenle yitirilebilecek şeylerdir. Örneğin yıllarca çalışıp biriktirdiği parasını çekmek için gittiği bankanın önünde kişi aniden kalp krizi geçirerek yaşamını yitirebilir. Ya da sahip olabilmek için uğraşıp didindiği evi bir anda ani bir depremle yerle bir olabilir.

O halde dünya hayatında elde edilmek istenen tüm yararlar geçicidir, yok olucudur. Diğer yanda ise asla yok olmayacak/tükenmeyecek güzelliklerin bulunduğu ve insanın sonsuza dek yaşayacağı gerçek bir hayat vardır. İşte inanan insanlar dünya hayatı boyunca bu sonsuz ahiret yaşamı için ciddi bir çaba sarf eder, tüm önceliklerini buna göre belirler ve asla ölümü, cennet ve cehennemi akıllarından çıkarmazlar. Onlar bunun için çalışırlar.

Dünya hayatı insanın sonsuz ahiret yurduna ulaşmak için sınandığı yerdir. Yaşam aslında Allah’ın bizleri denemek ve eğitmek için yarattığı bir süre, dünya da bu amaçla hazırlanmış geçici bir mekândır. Bir açıdan dünya hayatı bizim için ecir fırsatıdır; tek yararı da budur. İnsan, hayatı boyunca ahirete yönelik bir sınav yaşar ve bu konudaki çabasıyla imtihan olur. İnsana yüklenen sorumluluk, tüm bu gerçekleri düşünmek, Allah’ı tanımak, sonsuz gücünü kavramak, O’nun buyruklarına uymak ve yalnızca O’nun hoşnutluğunu amaçlamaktır. Bu imtihan hayatı süresince insan, karşılaştığı her şeye sabır göstermek, Rabb’ine tevekkül etmek ve güzel ahlak sergilemekle sorumludur. Her imtihanda Allah’ı görmek, tümünden zevk almaya, yaşanan her olayı şevkle karşılamaya yol açar. İşte bu, dünya hayatındaki imtihanın samimi inananlara özel sırrıdır. Kuşkusuz bu sırrın bilincinde olmak, hem dünyada hem de ahirette asla son bulmayacak bir kazanç getirecektir.

Dünya hayatındaki imtihan, yaşamın son anına kadar devam eder. Seksen yıl yaşayan insanın, sekseninci yılın son günlerinde dahi imtihanı ve yükümlülükleri sürmektedir. Bu nedenle insan yaşamının her anında Allah’ın buyruklarını gözetmeli, ibadetlerini yerine getirmeli, O’nu hoşnut edecek davranışlarda bulunmalıdır. İnsanın hayatı, ölümü, ibadetleri, her şeyi Allah içindir çünkü.

Koşullar her ne olursa olsun Allah’a sadakatten ödün vermeyen, teslimiyetle gönülden Rabb’ine yönelen, sabır ve kararlılıkla ahirete yönelik yaşayan kişileri bekleyen karşılık, ödüllerin en güzeli olacaktır. Selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Cum Mar 30, 2012 5:40 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: DEĞİŞEN ZAMAN MI? YOKSA BİZLER Mİ.....?

Bir ırmak gibi akıp giden zamanın bir yerinde bizler de
varız, bazen hızlı bazen ağır akıp duran bir ırmağın kim bilir hangi
damlası olarak buluruz kendimizi. Aynı su damlası bir noktadan sadece
bir kez geçer.Bizlerden önce de akıp giden zaman biz olmayınca da akıp
gidecek. Bu durumu en güzel özetleyen sözler Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
şu dizelerinde geçiyor:” Ne içindeyim zamanın /Ne de büsbütün
dışında/Yekpare geniş bir anın /Parçalanmış akışında,

Gönül isterdi ki bu kaçınılmaz değişim anlam değerlerimize de olumlu
etkiler bıraksın ama bu noktada durup düşünmek lazım. Evlerimizin
malzemesini, biçimini, yapısını değiştirirken ; içimizdeki sevgiyi
öfkeyle ,paylaşma duygusunu ezmekle, hoşgörü ve yardımlaşmayı
acımasızlıkla değişmesek! Ya da illa değişecekse bir şeyler
yalanlarımızı doğrularla, tahammülsüzlüğü anlayışla ve herkesi insan
değeriyle sevmeye çalışmakla değiştirebilsek…..
gulgulce
Sal Şub 07, 2012 1:03 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: DEĞİŞEN ZAMAN MI? YOKSA BİZLER Mİ.....?

DEGISEN ZAMANMI ? YOKSA BIZLERMI ? E
Degisen Bizleriz örf adetlermizi unuttuk kültürümüze yeterince sahip cikamadik islerimizden bu Degerleri cocuklarimiza bile veremedik vermek istedik ama üstüne düsemedik kaptirdik dünyanin sasali islerine biraktik gidisine herseyimiz var elimizde yok degil am mutlulugu ve huzuru bulamadik eksik vardi hayatimizda gözümüzün önünde evlatlarimizi ailemizi cevremizi göremez olduk saygimizi aile ve komsuluk degerlerimizi unuttuk simdi hepimiz farkindayiz bu gidisatin ve bizleri eskiyi eski zamani özler olduk saygimizi sevgimizi nesemizi ailemizdeki baglari sohbetleri yardimlasmayi cok özler olduk .

Kimimiz en şatafatlı ortamların o imrenilen masalsı dünyalarından bakar hayata.. Aç gözlü.. ihtiraslı.. kibirli ; Kimimiz en sefil mekanların , ızdırap ve dertlerinin acıyla kısık gözleriyle.. Çaresiz ve yorgun… Ya da işte ne bileyim? aralarda bir yerde.. Milyonlarca, milyarlarca insan hayatı yaşamakta.Ama pek çoğu mutsuz sanki.. Umutsuz…Ve mutsuz olanlar yetimler,garipler,fakirler,özürlüler hastalar ..vs değil. Aksine belki onlar hayata daha sımsıkı sarılmış daha güçlü.. Babasını asker selamıyla selamlarken yaş akmıyordu şehidin geride kalan yavrusunun gözünden. Bizler göz yaşı dökerken Yada bizler kahvelerde zamanı üç kağıda alıp verirken tekerlekli sandalyeler üzerinde sportif faaliyetlerde dereceler alan özürlü kardeşimizin kazanma ışığını görmemek için televizyon kanalarını değişmedik mi.. İşçimiz- memurumuz mutsuz, işsizimiz umutsuz... Evlimiz mutsuz,bekarımız umutsuz.. zenginimiz mutsuz, fakirimiz mutsuz.. Küçüğümüz mutsuz, büyüğümüz mutsuz… Zaman mutsuzluk zamanı. Sanki bizi neyin mutlu edeceğini bilmiyoruz. Huzuru nerde bulacağımız Üste her yağmur yağdığında damlayan çatısız iki göz köy evinde sekiz kardeş büyürken aldığım tadı şimdi kaloriferli apartman dairelerinde ki çocuklarım yaşayabiliyorlar mı? Akşamları ğazlambaları altında radyodaki türküleri dinlerken yaşadığım duyguları şimdi odalarındaki bilgisayarlardan dinledikleri müziklerden yada televizyonlardaki izledikleri dizilerden bulabiliyorlar mı ki? Sanmam...! Çünkü beş altı yaşında iken büyüklerin önden yol açarak ancak gittiğimiz yarım metreyi bulan okul yolundaki heyecanımızı şimdi işime giderken bindiğim arabamda bulamıyorum ki. Üstelik Mustafa öğretmenimin ya da Halil İbrahim öğretmenimim o öpülesi ellerinden şamar yiyeceğimi de bilsem. Zaman teknolojiyle birlikte rahatlık getirmeliydi. Çünkü her şey insanlığın, toplumun hizmetine sunulmak için tasarlanmalıydı. Rahatlık getirdide. Ancak rahatlık nedense mutluluk ve huzur getirmedi. Müthiş bir iletişim ve görsel teknoloji çılgınlığı Televizyon radyoyu, internet televizyonu, telefon mektubu, cep telefonu yazıyı, unutturdu Hala mektup yazan kaç kişiyi tanıyoruz etrafımızda..? Oysa mektup biz özlemdir, hasrettir hissettiklerimizi yazar kalemler. Postacıyı beklerken gelen zarfı acarken kalpler yerinden çıkacak gibi olur. Kara trenlere, postacılara ve ucu yanık kâğıtlara türküler yakılmıştır. Oysa şimdi kalem tutan ellerimiz yazmayı unuttu. Klavyenin başında yazılan mailler yada telefon tuşlarında gönderilen sms o kadar hızlı ki. Mutlu olduğumuz yer internet dünyası. kahvehaneler ya da televizyondaki diziler ya da Mehmet Ali’nin çarkı felek yarışmaları olmamalıydı. Tüm bunlara dalıp giderken neleri unuttuğumu ya da nelerden vazgeçtiğimizin farkında mıyız? Evet teknoloji olsun.. En hızlı ve en geniş şekliyle toplumumuzun kullanımın da olsun. Ancak insanı ,aileyi toplumu bizi biz yapan değerlerimizi uzaklaştırmasın. Yanı başımızdaki çocuğumuza baba şevkati göstermekten, eşimize ailemize zaman ayırmaktan engellemesin .Komşumuzu, akrabamızı ziyaretten kesmesin. Toplumu devleti milleti bölücü düşüncelerle zehirlemesin. Dini değerlerimize saygı duysun, korusun ve saysın. Gelin bir akşam televizyonlarınızı, cep telefonlarınızı kapalı tutalım. Çocuğunuzu yanınıza alıp onunla isim şehir oynayın.Yan komşumuza çay içmeye gidelim, Mahallemizdeki fakir komşumuza bir dilim ekmekte olsa bir şeyler götürelim. Bir şiir, bir kitap okuyalım. Bir vakit namaz kılalım.. Ya da bir saatliğine de olsa şunu alacağım şunu yapacağım diye kendi kendimizi hırslandırmaktan vazgeçelim. aç gözlülüğümüzden hırsımızdan vaz geçip dua edip şükredelim. Evet kimimiz en şatafatlı ortamda kimimiz en sefil ortamlarda yaşar bu hayatı.. yada oralarda bir yerlerde… Ve herkezde faklı pencerelerden bakarcasına farklı sahneler görür yaşam denen hayat oyununda… Ve bizler mutsuz, bizler huzursuz B izlerin mutsuzluğu bir adım ötede olan değersiz şeyler için kendimizi yiyip bitirdiğimiz hırstan ,çekememezlikten ,aç gözlülükten olmamalıydı.. Üzülüyorsak ; Allaha iyi bir kul, Peygamberime yakışır bir ümmet olamadığımıza üzülelim.. Üzülüyorsak; Devletine, Milletine, Bayrağına bir şeyler vermeden her şeyi ondan beklediğimize; çalıp çırpma peşinde koştuğumuza üzülelim. Üzülüyorsak; Topluma, komşuma karşı vurdumduymazlığıma; adam bananeciliğimize üzülelim. Üzülüyorsak; Ailemize, çoçugumuza ayırdığımız zaman azlığına; o az zamanda bile onlara çok şeyler vermediğimize üzülelim. Eminim bu üzüntüleri hissetmek bile bizi şimdikinden çok daha huzurlu yapacaktır

Selam ve dua ile ...
Asri_Saadet
Pzr Mar 25, 2012 11:09 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: DEĞİŞEN ZAMAN MI? YOKSA BİZLER Mİ.....?

Asri_Saadet kardeşim emeğine yüreğine sağlık ne kadar güzel bir tesbit olmuş inşallah bu yazıyı okuyan dostlarımız bir beş dakika olsun yaşantılarını göz önüne getirirler bu güzel paylaşım için çok teşekkür ederim .Allah razı olsun inşallah selam ve dua ile.
Hacegan__
Pzr Mar 25, 2012 11:40 pm
 
Foruma git
Konuya git

PİŞMANLIK VE KEŞKELER......

Bir tehlike anında, ya da zorlu bir durumda Allah’a yönelen kişilerin yaşadıkları pişmanlık, o an içinde bulundukları acizlik ve çaresizlikten kaynaklanır. Ancak o an, ’gönülden katıksız bağlılar’ olarak, Rablerine dua eden kişilere Allah bir rahmet tattırınca bir grup hemen Rabb’ine ortak koşar ve dünya hayatına yönelir.

İnsana yarar sağlayan gerçek pişmanlık bu değildir. Pişmanlık, insanda köklü değişiklikler meydana getiren bir duygudur. Asıl olan pişmanlık duyan kişinin, hayatının geri kalan bölümünün Allah’ın kendisine verdiği bir fırsat olduğunu düşünmesi ve eski hatalarına geri dönmemeye gayret etmesidir.

İnsanın önemli bir zorluk yaşamamış olması, yaşamayacağı anlamına gelmez. Hayatının sonuna kadar yaşamayacak da olsa, Allah’ın sınırlarını koruyarak yaşamadıysa ölümle buluştuğu an pişmanlık hissedeceği şeyler olmaması kaçınılmazdır.

Hayatımızdaki öncelikleri doğru belirlemeli, nelerden vazgeçmemiz gerektiği konusunda kesin karar vermeliyiz. Ahirette "keşke" diyen kişilere dair Kur’an’ın verdiği örneklerden ders çıkarmalı, bizi geçici dünya hayatına bağlayan nefsani tutkulardan kurtulmak için çaba harcamalıyız. Kuran’daki her örnek, bizler için öğüt alabileceğimiz birer ibrettir. Kur’an’daki "keşke"lere, dünyada ve ahiret hayatında pişmanlık yaşayan kişilerin sözlerine kısaca bakalım:

Kimi insanlar, "keşke müminlerle birlikte olsaydım" diye düşünür:

Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiçbir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; "keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ’kurtuluş ve mutluluğa’ erseydim." (Nisa Suresi, 73)

Kimi, ortak koşmamış olmayı ister:

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım." (Kehf Suresi, 42)

Kimi resule uymuş olmayı ister:

O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: "Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım," (Furkan Suresi, 27)

Kimi, Allah’a ve Resule itaat etmiş olmayı ister:

…”Eyvahlar bize, keşke Allah’a itaat etseydik ve Resûl?e itaat etseydik." (Ahzab Suresi, 66)

Kimi, dünyada kötü dost edinmemiş olmayı ister:

Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: "keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." (Zuhruf Suresi, 38)

Kimi, kitabının verilmemiş olmasını ister:

Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi." (Hakka Suresi, 25)

Kimi, ölümle her şeyin bitmiş olmasını ister:

"Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. (Hakka Suresi, 27)

Kimi, pişmanlık içinde toprak olmuş olmayı ister:

Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir olan da: "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" diyecek. (Nebe’ Suresi, 40)

Kimi, dünyaya geri döndürülmeyi ister:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık." (En’am Suresi, 27)

Kimi, sonsuz hayatı için bir şeyler takdim edebilmiş olmayı ister:

Der ki: "keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." (Fecr Suresi, 24)

İnsan ölümü uzak görür, oysa ölüm herkese aynı uzaklıkta ve çok yakındır. O halde insan sorumluluklarını ertelememeli, duası, yakınlık ve teslimiyeti ise, zorluk anında hissedilen kadar içten olmalı.

Yaratılış amacımız, Rabb’imizin hoşnut olduğu bir kul olmak. Bunun dışında, sahip olduğumuz mallar, ailemiz, çevremiz, kariyerimiz bu amaca ulaşmak ve Allah’a yakın olmak için birer araç. Bu nimetleri nefsimizin tutkularını tatmin için değil, şükretmemiz ve O’na yönelmemiz için verir Allah.

Ölüm meleklerini karşımızda gördüğümüz an artık dönüş olmayacak. Sorumluluklarımızın bilincinde, hayatımızı Allah’a adayarak yaşarsak, ahiretteki "keşke"mizin-Allah’ın dilemesiyle- ayetteki gibi olmasını umut edebiliriz:

Ona: "Cennete gir" denildi. O da: "keşke benim kavmim de bir bilseydi" dedi. (Yasin Suresi, 26). Selam ve dua ile Hacegan.
Hacegan__
Sal Nis 03, 2012 12:44 pm
 
Foruma git
Konuya git

DÖRT SORU.....

(Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz:
1- Ömrünü nasıl geçirdin?
2- İlmi ile nasıl amel ettin?
3- Malını nereden, nasıl kazandın ve nerelere harcettin?
4- Cismini, bedenini nerede yordun, hırpaladın?) [Tirmizi] Hadis-i Şerif (1)
Evet dostlarım Hesaba çekileceğimiz başka konular olmakla birlikte Kıyamet gününde bu dört konudan mutlaka hesaba çekileceğiz.Bunları göz önünde bulundurarak hayatımıza yön vermemiz gerekiyor. Yoksa işim çok zor
Bu konuda anlatılan hikayelerden biri şöyle.
Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş.Kabrin ilk gecesi çok önemli olduğu için "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar.
Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş. Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
- Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?

Burada zenginlik kötüdür diye düşünmemek gerekir düşünmemiz gereken paramızı helal yollardan mı kazanıyoruz yoksa haram yollardan mı? çalıştırdığımız işçilerin hakkını zamanında ve eksiksiz verebiliyor muyuz? ayrıca kazancımızın zekatını veriyor muyuz? Yoksulu gözetiyor muyuz? eğer bunlar yapabiliyorsak zenginlik fakirlikten daha iyidir.
Asr-ı Sadette gerçekleşen bu mevzu ile alakalı bir olayı aktararak konumuza devam edelim.
Ebu Hureyre radıyallahu anhu haber veriyor ve diyor ki : “Muhacirlerin fakirleri bir gün Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yanına gelerek:
— Ya Resulellah! Zenginler üstün dereceleri, sonsuz nimetleri kazandılar, diye şikâyette bulundular. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem;
— Bu nasıl oldu? Diye sordu. Dediler ki:
— Zenginler de bizim gibi namaz kılıyorlar, tuttuğumuz orucu tutuyorlar, sadaka veriyorlar, biz sakada veremiyoruz. Köle azâd ediyorlar, biz onu yapamıyoruz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

— Size bir şey öğreteyim, bu sayede, sizden önde gidenlere yetişirsiniz. Hatta ileri geçersiniz. Sizden sonra, sizin yaptıklarınız gibi yapmadıkça kimse sizden eftal olamaz. Her namazın sonunda 33 defa “Subhanellah”, 33 defa “Elhamdulillah”, 33 defa “Allahu Ekber” dersiniz buyurdular. Bir müddet sonra muhacirlerin fakirleri yine gelerek;
— Ya Resulallah! Zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı işitmişler, (onlar da) bizim gibi yapmaya başladılar, dediler. Peygamber Efendimiz de buyurdu ki;
— Artık, bu Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir.” (Buhâri)

Görüldüğü gibi Allahın emirler ve yasaklarına riayet edilirse zenginlik hem kişinin dünya ve Ahretini kurtarmasına sebep oluyor hem de çevresine faydası oluyor. Ebubekir efendimiz elinde neyi var neyi yoksa Allah yolunda harcayarak en öne geçmedi mi?Elbette fakirlik de kötü değildir efendimiz dileseydi dağlar onun için altına dönüştürelecekti Cebrail aleyhiselamın bu teklifini efendimiz kabul etmedi:" Benim bir gün aç kalmam bir gün tok kalmam, aç kalınca Mevlama dua ve niyaz etmem, tok kalınca hamdetmem daha haıyırlıdır" buyurdu.. Ayrıca fakirlerin cennete beşyüz yıl önce gireceklerini de unutmamak gerekir. yoksulluğa sabretmenin karşılığı bu olsa gerek. Kardeşlerim şükreden zengin mi sabreden fakir mi üstündür konusu hep tartışılmıştır. kimi alimler şükreden zengin üstündür demiş kimi alimlerimiz sabreden fakir üstündür demiştir. Bizce iki tarafta haklıdır çünkü heri iki tarafında delilleri kuvetlidir ve doğrudur. hal böyle olunca orta yolu bulmak gerekir. o da şudur Kişi haline bakmalı eğer şeriate göre zengin ise Allah ve Rasulunün emrine ve nehyine kulak vermeli adımını ona göre atmalı Allahın kendine bahşettiği bu nimetlere karşı şükretmeli yeterince hayır hasenatını yapmalıdır. Eğer kişi şeriate göre fakir ise harama sapmadan yaşamını sürdürmeye çalışmalı, isyan etmemeli ve başkasının malına göz dikmemelidir. Allahın takdir ve taksimine razı olamlıdır. Bu durumda her ikisi de karlı çıkacaktır. Doğrusunu Allah bilir.
Kardeşlerim konumuza dönecek olursak diğer hususlara da en az bu kadar titiz davranmalıyız ki Rabbimizin bizlere verdiği emanetleri gereğince korumuş olalım ve Ahirette hesabımız kolay osun üstelik ahiretteki hesap kabir sualine hiç benzemez. Eğer bu dört suale ve Rabbimizin soracağı diğer suallere menfi cevap veremezsek hesabımız hiç de kolay olmayacaktır Hesap verme süresi uzadıkça uzayacak; aylar, yıllar hatta asırlarca sürebilecektir. Bazı mümin kardeşlerimiz sorgusuz sualsiz cennete giderken biz hesap yerinde tabiri caiz ise "mıh" gibi çakılıp kalacağız Yaradanımıza karşı diyecek bir tek sözümüz olmayacaktır olamaz da sadece Onun affı mağfiretini boyun eğerek beklemekten başka.
Can dostlarım hayat beleş, cennet kolayca girilecek yer değil. Yüce Yaradanımız bizden say-i gayret istiyor, kendisine kulluk etmemizi istiyor,başkalarına maddi ve manevi yardım etmemizi istiyor ve dahası mal ve can emanetini aldığımız gibi tertemiz teslim etmemizi istiyor.Bu Rabbizin bizim üzerimizdeki hakkıdır çünkü Yüce yaratıcımız Allah Celle Celalühü bizi diğer canlılardan ve bütün mevcudattan üstün kılmış işte biz bu üstünlük sayesinde sorumluluk altına girmişiz.Mesala insan ve cinler haricindeki canlılara sorgu sual yok çünkü onlara kâinata hükmedecek meziyetler verilmemiş bunun için ne sorgu var ne sual İnsn cin ve melekler hariç diğer bütün canlılar yok olup gidecekler. bu mesuliyeti üslenenler ebedi yaşayacak tabi ki emenete riayet ederse mükafatı var emaneti korumadı ise cezası var. Allah azimüşan İlahi fermanı olan kuranı keriminde bu gerçeği açıklamak üzere buyuruyor ki:“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor Ahzab Sûresi, 72 ayet. Bu ayette geçen emaneten kasıt yukarıda da bahsedildiği üzere insan Allahın kendine başettiği üstün vasıfları sayesinde diğer canlılardan ayrılır ve bu nedenle dir ki yeryüzünde Allahın halifesi olma vasfına sahiptir yani emanet: Yeryüzünde Allahın emir ve hükmünü yürütme görevidir.ve insanın emrine verilen herşey birer emanettir ve dahi emanet din-i mübindir (İslam ) insan işte böylesine önemli ve ağır bir yük yüklenmiştir.
Kardeşlerim ahirette bu dört suale ve sorulacak diğer suallere herkez kendisi haline göre cevap verecekdir.Biz sadece ilerde başımaıza gelebilecek olanı yani efendimizin ümmetine uyarısını anlatmaya hatırlatmaya çalıştık umuyoruz ki fayda sağlar Allah cümlemizin hesabını kolay eylesin hatta biz kullarınıda sorgusuz süalsiz cennet giren ve Cemaliyle müşerref olanlardan eylesin. Amin
Dostlarım hayatımız boyunca her konuda göz önünde bulundurmamız gereken bir düsturu tekrar hatırlatmak istiyor ve diyorum ki Mevlamıza olan kulluk vazifemizi yaparken bu vazifeyi gazab-ı illahiden korktuğumuz için değil bilakis onun sevdiğimiz için yapalım. Herşeyden ve herkesten önce onun sevilmeye layik olduğunu aklımızdan hiç çıkarmayalım Onu sevdiğimizi ispat edebilmek için de Kuranda ne varsa, kainatın efendisinin sünneti saniyesi nasıl ve ne şekilde ise gücümüz yettiği oranda sabırla ve üstün gayret sarfederek öğrenelim, yaşayalım, yaşatmaya çalışalım. Önce kendimiz yapalım imanlı kardeşlerimize hakkı ve hakikati tevsiye edelim böyle yaparsak bundan emin olun ki iki cihanda rahat ederiz. Biziznillahi taala hiç bir şey bize zarar veremez. Allaha emanet olunuz..Rabbim bizleri sualları kolay olan kullarından eylesin inşallah aminnnn ecmainnnnn selam ve dua ile Hacegan.....
Hacegan__
Pts Nis 02, 2012 3:50 am
 
Foruma git
Konuya git

GÜZEL VE GÜZELLİK..

Güzellik kutsallık ihtiva eder bundandır ki böyle isimlendirilmiştir.Güzellik unsurlarını üzerinde taşıyan varlığa da güzel diyoruz. güzelik bazan bir insanda, bir kuşta bazen gökyüzünde, yıldızlarda veya yağmurun yağışında, bir çiçeğin arzı endam edişinde, ve dahi bir şiirde, bir nağmede kısacası yaşadığımız her yerde her an karşımıza çıkabilir. Güzellik Allahın (c.c) kullarına iman ve sağlıktan sonra armağan ettiği en derğerli hediyedir nasıl öyle olmasın ki kâinat sevgi ile kurulmuş Hak habibini yaratmış, onu en güzel kılmış. Habibine karşı olan sevgiden âlamler vücut bulmuş yani kainatın mayası sevgi ile yoğrulmuş.

Sanalkahvenin değerli okurları kardeşlerim güzellikten sevgi zuhur eder sevgiden ise mutluluk ve huzur meydana gelir.Yunus ve Mevlana gibi büyük Mutasvvuflar mütefekkirler boşuna mı sevgiden söz ediyor sanıyorsunuz.

Aslında bu âlemdeki güzellikler yüce yaratanın güzelliğinin varlıklara yansımasından başka bir şey değildir. Efendimizin Salallahu aleyhi vesellem bir hadis şerifte bildirdiği üzere:" Allah güzeldir güzeli sever." sözü bu düşüncemizi doğrulamaktadır.

Değerli Kardeşlerim bu âlemde güzellikler de çirkinlikler de vardır. Güzellik var iken niçin çirkinlikler de var edildi? diye bir soru gelebilir aklımıza buna cevabımız şudur. Allah Celle Celaluhu Kâinatta hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır.Her varlığın bir görevi vardır. Çirkin gördüğümüz şeyler de böyledir onun görevi de güzelliği, güzeli ortaya çıkarmaktır. Şöyle düşünelim eğer gece olmasaydı gündüzün kıymetini bilebilirmiydik? Elbette bilemezdik.İşte çirkinin sayesinde güzel ortaya çıkmakta kıyaslama imkanımız olmaktadır böylece en güzeli bilme ve bulma imkanı doğar. Nasıl her bilenin üstünde bir bilen var ise her güzelden daha güzeli vardır.güzeller güzeli ise sadece ve sadece yüce Rabbimizdir.

Kardeşlerim Rabbimiz göz vermiş yarattığı güzellikler temaşa edilsin diye Gönül (kalp) vermiştir sevgi ile dolsun diye bize düşen yer ve gökteki varlıkları seyretmek ve tefekkür etmek böylece eserden müessere doğru giderek İlahi sevgiyi elde edebilmek ve sonunda onun güzel cemalini seyredebilmek. bütün gaye bu olmalı; çünkü yaradılış gayemiz budur.

Kardeşlerim elbette bu gözler her şeyi her güzelliği temaşa edecek diye bir kural yoktur.Nasıl insan hürriyetinin sınırı bir başka insanın hakkının başladığı yerde bitiyorsa bakmanın da bir sınırı ölçüsü vardır.Bu sınırı koyan kainatın biricik sahibi yüce Rabbimizdir.Mülk onundur. dilediği gibi tasrruf etme hakkına sahiptir.Onun mülkünde olan bizler de mülk sahibinin koyduğu kurallara uymak zorundayız.Bunun için Rabbimiz helal ve haram dairesini çizmiş Kuranı kerimde bildirmiş ve Resülullah sallahu aleyhiselam de hadisi şeriflerle bir müminin nasıl davranmsı gerektiği hakında gerekli bilgileri vermiştir. Bakmanın sınırını belirten bir ayet ve bir hadise burada yer vermek istiyorum. Rabbimiz buyuruyor: Ey Habibim.

"Mü’min erkeklere söyle Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar." Nur suresi 30,31 ayetler.

Bakmanın ölçüsü nedir sorusuna Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle cevap vermektedir. Hz. Ali’ye hitaben buyurlar ki:

“Yâ Ali, arka arkaya bakma! Birinci bakış hakkındır, fakat ikinci bakışta hakkın yoktur.” Ebû Davud, Nikâh: 43; Tirmizi, Edeb: 28.

Kardeşlerim gözlerimizin etki alanı kalplerdir göze gelen görüntü kalpte şekillenir ve iyi yada kötü tesir bırakır elbette ki iyiliği ve kötülüğü haram ve helal oluşuna bağlıdır. Eğer kul helal ve harama dikkat emez ise kalpte kararma meydana gelir.ve kul kalp aynasını paslandırmış olur ve böylece maneviyattan nasibi kesilir artık iyiyi ve kötüyü ayıramaz hale gelir.işlediği günahlardan da üzüntü duymaz, duyarsızlaşır.Günah bataklığına saplanıp kalır Allah bizleri böyle olmaktan korusun Kardeşlerim Bir bakış deyip geçmeyelim eğer kişi gözünü haramlardan korursa kalbi nur ile dolar ve dili hikmetli sözler söylemeye başlar ona hayır verilmiştir.Hak ve hakikat ilham olunur.Doğruyu bulur huzura doğru yol alır.

Kardeşlerim bu âlemde yaşamdan aldığımız haz ve zevkler yanı güzel olan her şey tadımlıktır. doyumluk değil. onun için bu fâni diyarda sonsuz huzuru tatma imkanımız yoktur; Ancak Allah celle celaluhu bizleri bu âleme getirmekle şunu bildiriyor ve diyor ki: "Ey kullarım bu âlem fanidir burada tattırığım nimetlerin tamamı ve devamı cennetimdedir. Bu eşsiz nimetler sizleri bekliyor. Bana itat edin (emir ve yasklarıma riayet edin,) helal dairesinden yararlanın, haramlara sapmayın sizler için akla ve hayale gelmeyecek nimetler hazırladım.siz beni itaatinizle razı etin ben de sizi cenneti âlada türlü nimetlerle ve cemalimle müşerref eyleyeyim." demekte Ebedi sadet yurduna bizleri davet etmektedir. Allaha ve Rasulün bu devetine icebet edelim dünyada da ahrette de güzellliklerle içi, içe olalım inşallah. Allaha emanet olunuz.Selam ve saygılarımla Hacegan....
Hacegan__
Pts Nis 02, 2012 3:43 am
 
Foruma git
Konuya git

ALLAH RIZASI ANA BABA RIZASI...

Allah Azimüşşan, Kur'an'da Ümmet-i Muhammed olarak kadın ve erkek cümlemize, ana-babaya itaati emretti. Öyle ki, ana-babaya itaat etmeyenin durumu Allah'a isyan etmek gibi oldu.

Peki ana-babaya itaat nasıl olacak? Ana-babaya güzel davranmakla, sohbetle, hukuklarına riayetle, sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmakla itaat edilecek. İtaatin şekli bu. Güzel davranış, güzel edep, bütün haklarına dikkat, yedirmek, içirmek, giydirmek, ihtiyaçlarını karşılamak gibi...

Beş vakit namazın sonunda ana-baba için dua etmek de itaatten sayıldı. Ana-babasına itaatte kusur işleyip pişmanlık çekenler için böyle bir fırsat var. Hacca gider, orucunu tutar ve benzeri hayırlı işlerinin sevabına ana-babalarını ortak eder, onlara hediye ederler. Onların niyetine, salâvat getirir, Kur'an okuyup, dua ederler.

İtaat meselesinde sınır şudur: Allah'a isyan hususunda, günah sayılan meselelerde ananın-babanın ve Ümmet-i Muhammed'in hukukuna riayet edilmez. Ana-babaya, komşuya veya akrabaya itaat edeyim derken Allah'a isyan edilmez. Allah'a isyan edilen meselede, ana-babaya, komşuya, arkadaşa, akrabaya, kimseye itaat etmek olmaz.

Ana-babaya itaatte evli kadınların dikkat etmesi gereken bir hususu da belirtelim: Kadınlar önce iman ve namaz sonra koca hukukundan ve sonra diğer sorumluluklarından sorguya çekilir. Evlilikle birlikte, kocanın hakları ana-baba haklarının önüne geçer.

Şimdi Hz. Peygamber s.a.v. ve kâmil zatların sözleriyle ana-baba hukukunu ifade edelim:

Yemenli bir adam, savaşmak için Rasulullah s.a.v. Efendimiz'in yanına geldi. Peygamber s.a.v.:

- Annenle baban sana harbe gitmen için izin verdi mi, diye sordu.

- Hayır , dedi Yemenli adam. Peygamber s.a.v.:

- Öyleyse dön, onlardan izin al. Eğer izin verirlerse bize katıl, aksi halde elinden geldiği kadar onlara hizmet et. Çünkü bu, imandan sonra kulun Allah'a kavuşacağı en güzel ameldir, buyurdu.

Bir başka hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: “Ana-babaya itaat, (nafile olan) namaz, oruç, hac, umre ve cihaddan efdaldir .”

Allah, Hz. Musa a.s.'a: “Kim ana-babasına iyilik yaparsa bana iyilik yapar. Kim asi olursa, bana isyan etmiş olur” diye vahyetti . “Anaya-babaya asi gelen kimse, ne yaparsa yapsın, cennete giremez.” Cennet kokusu beşyüz senelik yoldan duyulduğu halde ana-babaya asi olanlar duymaz.

Ana ve babasına sağlığında hizmeti dokunmayanlar, onları razı edemeyenler, şimdi hayırlı ameller yaparak onların ruhlarına bağışlasınlar.

Ebu Hureyre r.a.'dan rivayet edilmiştir: Bir kişi Hz. Peygamber s.a.v.'in yanına gelerek:

- Ey Allah'ın Rasulü! En fazla kime iyilikte bulunayım, diye sordu. Peygamber s.a.v.:

- Annene , buyurdu. Adam:

- Daha sonra kime, diye sordu. Yine “annene” cevabını aldı. Adam üçüncü kez sorduğunda cevap yine aynı oldu. Adam tekrar:

- Daha sonra kime, diye sordu. Bu kez:

- Babana, cevabını aldı.

Hz. Musa a.s., “Ya Rabbi! Benim cennet komşum kim?” diye merak eder. Kendisine “Filan yerdeki genç bir kasap” denir. O da bu cennet komşusunu görmeye gider. Kasabı görünce:

- Allah için misafir kabul eder misin delikanlı, diye sorar. Kasap onu tanımaz ama kabul eder, evine götürüp ağırlar.

Evde kasabın yaşlı, yatağından kalkamayan bir annesi vardır. Kasap getirdiği eti pişirir, annesini doyurur. Sonra üstünü değiştirir, rahat etmesi için elinden geleni yapar. Kadın oğluna bakar ve bir şeyler fısıldar. Musa a.s. merak eder, “Annen ne dedi?” diye sorar. Genç der ki:

- Allah seni cennette Musa'ya komşu yapsın dedi.

Musa a.s. kendisini tanıtır;

- Cennet komşum sensin, der.

Bir annenin duasının bereketine bakın ki, cennette peygamberlerle komşuluğa vesile oluyor. Bunun aksine, yanında ana-babası yaşlanıp da onlara hizmetten, hürmetten geri kalanlara ise Peygamber s.a.v. Efendimiz, “burunları yere sürünsün” diyor.

Ne amel yaparsan yap, ana-babana asi olma, onların hoşnutluğunu kazan. Ana-babaya isyan eden, onlara Allah'ın hükümlerine uygun şekilde itaat etmeyen cennete giremez.

Anne ve babanın duasını al, bu senin için iyi olur.Allahım bizlerin ana babamızın tüm sevdiklerimizin geçmişimizin ve tüm müslüman ların günahlarını bağışla şüphesiz ki sen af edicisin ve af etmeyi seversin amin ecmain selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Pzr Nis 01, 2012 2:22 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: ALLAH RIZASI ANA BABA RIZASI...

Asri_Saadet kardeşim çok teşekkür ederim.
Hacegan__
Sal Nis 03, 2012 12:42 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: ALLAH RIZASI ANA BABA RIZASI...

Aminn Aminn Insallah Analarimizin ve Babalarimizin Dualarini alir ve rabbimizin Affina nail oluruz
Emeginize Kaleminize Saglik Hacegan Kardesim Güzel bi Konuya deyindiginiz icin Tesekkür ederim Sagolun Allah Razi Olsun

Selam ve Dua ile
Asri_Saadet
Pts Nis 02, 2012 12:25 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: ALLAH RIZASI ANA BABA RIZASI...

Hacegan emeklerine sağlık
efe_19
Pts Nis 02, 2012 12:58 am
 
Foruma git
Konuya git
cron