85 sonuç bulundu

Geri dön

Re: MEVLİD KANDİLİ...

Koray çok teşekkür ederim sağolasın varolasın.
Hacegan__
Cum Şub 03, 2012 8:56 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

Blumeonn yorumun için çok teşekkür ederim sağol varol Allah razı olsun amin ecmain inşallah
Hacegan__
Cum Şub 03, 2012 3:02 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

Allah'ım!
Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'in Sen'den istediği
her türlü hayrı Sen'den istiyor,
yine Peygamber Efendimizin sana sığındığı
her türlü şerden de
sana sığınıyoruz.

sizinde kandiliniz mübarek olsun tüm dua ve dilekleriniz kabul olsun
bluemonn
Cum Şub 03, 2012 2:57 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

Almira kardeşim emeğine yüreğine sağlık. İnşallah Rabbim bu güzel günün gecenin hatırına günahlarımızı affeder ve Peygamber efendimiz(sav)in şefaatına nail eder amin ecmain.
Hacegan__
Cum Şub 03, 2012 12:26 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

http://img2.xxxx.com/images/s/o/n/sonbaharhazani/1156451608kandil001cl7.jpg


Mevlid Kandili Kandiliniz Mübarek Olsun - 03 Şubat 2012 CUMA

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiyâ, 107)

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen son ve en büyük peygamber, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) 571 yılında Kameri aylardan Rebiü'l-evvel ayının 12.gecesi doğmuştur. Milâdî takvime göre ise bu, 571 yılı Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. Bu mübarek geceye "Mevlid Kandili" denir.


O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.


O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.O gecenin sabahı gerçekten de feyizli bir sabahtı. İnsanlık için yepyeni bir gün doğmuş, aydınlık bir devir açılmıştı. Bir fazilet güneşi ve hidâyet meşalesi olan sevgili peygamberimizin gönderilişi, Yüce Allahın bütün insanlara en büyük nimetlerinden birisidir. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:


"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler."
(Âl-i İmrân, 164)


Bu gece, müslümanlar arasında yüzyılllardan beri büyük bir coşku ile kutlanmakta, Sevgili Peygamberimiz derin bir saygı ile anılmaktadır. Büyük Türk Alimi Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı "Vesiletün'necat" olan mevlid kitabı O'nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini en güzel bir şekilde dile getiren değerli bir eserdir.


Peygamberimizin doğum yıldönümlerinde okunan mevlidleri saygı ile dinlemek, O'nun mübarek ruhuna salât ve selâm okumak hiç şüphesiz büyük milletimizin Sevgili Peygamberimize olan engin sevgi ve bağlılığının bir ifadesidir.

Bununla beraber, O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek ve kendimize örnek almak başta gelen görevlerimizdendir. Asıl o zaman O'nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.

O âlemlerin Rabbinden, "Alemlere rahmet olarak gönderildi." Asırlara sığmayacak inkılapları birkaç sene içerisinde gerçekleştirdi. Evlâtlarını diri diri toprağa gömen babalar O'na ve getirdiği prensiplere iman ettikten sonra mükemmelleştiler, dünyaya insanlık, adalet ve medeniyet rehberi olacak hale geldiler. İnsanlar O'nun tek emriyle, kökü yüzlerce yıl derinde olan alışkanlıklarını bıraktı.

O, yirminci asır insanının yüzyılda yerleştiremediği hakkı, hukuku, adâleti, hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını bir solukta yerleştirdi. Böylece cehâlet asrı bir saâdet asrı olup, çıktı. Nihayet asır, asırlara taştı. Ve O, çağlar ötesiyle kucaklaştı.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed kendisinden önceki peygamberler gibi sadece bir kavme veya millete değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. O'nun diğer peygamberlerden en farklı yönlerinden birisi budur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:


"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler."
(Sebe, 28)


İnsanlığın her zaman ve mekânda Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği ilâhî mesaja ve bu mesajın hayata geçirilmiş şekli olan onun sünnetine ihtiyacı vardır. O'nu örnek almak, Kur'an'a uymaktır. Çünkü Hz. Aişe (r.a.)'nın ifâdesiyle O'nun ahlâkı Kur'an'dı. (Müslim, Misâfirîn, 139). Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in inananlar için en güzel örnek olduğunu bildirmekte ve bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun, Allah'ın rasûlünde sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah'ı çok ananlar için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21)


Bu geceyi nasıl ihya edelim?

Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan biz müminlere ne mutlu! Bu geceyi vesile bilerek, O'na ümmet olmanın şuuruna erebilmek, Bu gecenin manevî zenginliğinden istifâde etmek için en azından bir Tesbih Namazı kılalım, bir de Hatm-i Enbiyâ yapalım.

O'na ümmet olan müminlere gevşeklik yakışmaz.

Unutmayalım...

Alemlere rahmet olarak gönderilen muazzez Peygamberimizin, doğumunu anarken, yalnız mevlid okumak, ilâhîler söylemek ve kandil simidi dağıtmak yeterli değildir, sadece bu geceyi yaşamak yeterli değildir. Yüce Allah'ın sevgisine, hoşnutluğuna ve bağışlamasına ermenin yegâne yolu, Peygamberimizin yolundan gitmektir...

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın..."
(Âl-i İmrân, 31)
Almira
Cum Şub 03, 2012 12:13 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

Çok teşekkür ederim gözlerinize sağlık...
Hacegan__
Cum Şub 03, 2012 12:00 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: MEVLİD KANDİLİ...

tşklerr yüreginize sağlıkk
Nursel_
Per Şub 02, 2012 11:58 pm
 
Foruma git
Konuya git

MEVLİD KANDİLİ...

Bu gece, Sevgili Peygamberimiz’in dünyaya teşriflerinin sene-i devriyesi. Müslümanların da bayramı. Hatta Kadir Gecesi’nden sonra, kutlanan en muteber ve mubarek gecelerden biri.
Mevlid, doğum anlamına geliyor. Daha çok da Hz. Peygamber (sav) Efendimizin doğumunu ifade ediyor. Malum olduğu üzere Allah Rasülü milâdi 571 yılının 12 Rebiül-evvel ayının 12. gecesi dünyaya gelmişti. O gece, Kâbedeki putların devrilmelerinden, Kisra sarayının yıkılmasına, Mecusilerin bin yıllık ateşlerinin sönmesinden Save Gölünün kurumasına kadar pek çok olağanüstü hadiseler meydana gelmişti.
Peygamberimiz de sağlığında doğduğu geceyi unutmamıştı. Her yıl o gecenin sene-i devriyesinde Ashab-ı Kiram’a ziyafetler verir ve küçüklüğündeki hatıralarından bahsederlerdi. İslam kültüründe bu gelenek bugüne değin devam edegelmiştir. Rasülüllah’ın doğumunu anlatan, miraca yükselişini ve faziletlerini dile getiren pek çok mevlidler de yazılmıştır ki, bunlardan en önemlisi hiç şüphe yoktur ki Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n- Necat”ıdır.
Kâinat Efendisi’nin doğumunu anlatan S. Çelebi der ki:
“Âmine Hâtun Muhammed ânesî
Ol sadeften doğdu ol dürdânesî
Hem Muhammed gelmesi oldû yakîn
Çok alâmetler belürdî gelmedîn
Ol gice kim, doğdu ol Hayrü’l-beşer
Ânesî anda neler gördü neler
Doğdu ol saatte ol sultânı dîn
Nûra gark oldû semâvât ü zemîn
O İki Cihan Güneşi’ni Kur’an-ı Kerim’de bizzat Cenab-ı Hak övmüş ve yüceltmiştir. Bu konu ile ilgili pek çok ayet mevcuttur. Eli kalem tutup da şiir yazan her Müslüman Şair de, Peygamberimiz’i öven ve na’at denen en az bir şiir yazmıştır.
Şeyh Galip:
“Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim
Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim.” Diye O Sevgililer Sevgilisine muhabbetini anlatır.
Necid Çöllerinde iken “Ya Nebi! Şu halime bak” diye seslenen M. Akif de şöyle devam eder:
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Hasan Basri Çantay:
“Sevdim seni hep canlara cânân diye sevdim
Bir ben değil âlem sana kurban diye sevdim.” Diye haykırırken,
Necip Fazıl da:
“Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!” diye O’na olan sevgisini dile getiriyor.
A.Nihat Asya:
Neler duydu şu dünyada, Mevlid’ine hayran kulaklarımız:
Ne adlar ezberledi.ey Nebi, Adına alışkın dudaklarımız!” derken,
Fethullah Gülen Hocaefendi de:
“Ey kupkuru çölleri cennete çeviren Gül,
Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül” diye özlemini ifede ediyor.
Rasülüllah’a duyulan özlemi ve ona olan derin sevgi ve muhabbeti terennüm eden daha pek çok dizeye yer vermek isterdim. Lakin satırlar sayılı, sütunlar sınırlı. Bu yüzden sohbetimizi bizim “İsterim Ya Rasülallah!” başlıklı bir na’atımızın son kıtasıyla bitirelim:
Huzur bulur insan ancak bu dinde,
Sevgin ebediyen kalacak zinde,
Gonca, gül olsam da, senin izinde,
Solmayı isterim ya RASÜLALLAH.
Tüm dostların Mevlid Kandilini yürekten kutlar, hayırlara vesile olmasını Yüce Mevla’dan niyaz ederim.Allaha emanet olunuz selam ve saygılarımla Hacegan...
Hacegan__
Per Şub 02, 2012 11:53 pm
 
Foruma git
Konuya git

Eski Türk Sineması Afişleri

http://www.kelebekupload.com/images/3226film1.jpg


http://www.kelebekupload.com/images/9465film2.jpg


http://www.kelebekupload.com/images/9993film3.jpg


http://www.kelebekupload.com/images/4047film4.jpg


http://www.kelebekupload.com/images/7642film5.jpg
Almira
Pzr Şub 05, 2012 7:34 pm
 
Foruma git
Konuya git

SEVGİ ŞEFKAT VE TUTKU........

Çevremizdeki evliliklerin temeli genellikle karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanır. Sevgi, kaynağını Allah sevgisinden almadığı için bu evlilikler, zamanla hem kadın hem de erkek için ıstırap haline gelir. İnananlar için evlilikte en dikkat edilecek şey; eşlerin Allah korkusunun ve Allah sevgisinin çok derin olmasıdır; takvasıdır.
Kadın ya da erkek Allah’ı çok seviyorsa, Allah’tan çok korkuyorsa, Allah ona bir derinlik ve muhteşem bir güzellik verir. Bu, hem fiziki güzelliktir, hem ruh ve ahlak güzelliğidir.
Karşısındaki insanda, o güzelliği yaşama arzusu uyandıran bir güzelliktir bu. İnanan erkek cennette de birlikte olmak istediği kadınla, o derin sevgiyi birlikte yaşamak için evlenir. Cahiliye erkeği gibi çamaşırını, bulaşığını yıkatmak, yemeğini pişirtmek, ütüsünü yaptırmak ve birlikte olmak mantığıyla evlenmez. Bu düşünce kadın için oldukça iticidir.
İnsan doğduğunda normal bedensel fonksiyonları vardır ancak manevi fonksiyonlar sonradan ortaya çıkmaya başlar. Kur’an’ı, İslam’ı, gerçek anlamda ve çok iyi yaşayan insanda, metafizik özellikler gelişir. Örneğin Peygamber normal bir insanken Peygamberlik görevi ile şereflendiğinde olağanüstü durumlar meydana gelir. Yüzünde, konuşmasında Allah olağanüstü bir etki yaratır. Bakışlarında ve sesinde insan ruhuna ferahlık ve güven veren farklı bir güce kavuşur.
Kur’an’da Yusuf Peygamber (as)’ı gören kadınların bıçakla ellerini kestikleri anlatılır. Hatta kadınlar, onun insan değil ancak bir melek olabileceğini söylerler. Bunun nedeni Hz. Yusuf (as)’ın içindeki Allah aşkı, samimiyeti, aklı ve derinliğidir. İnsanın Allah aşkıyla coşmuş olan ruhu pozitif elektrik yayar; kadını ve erkeği etkileyici kılar. Asıl etki yaratan, güzel ya da yakışıklı olmaları değil, kalplerindeki Allah aşkının yansımasıyla oluşan güzelliktir, sahip oldukları olağanüstü güçtür.
Kadın ve erkek etten, kemikten oluşmuş birer varlık. Kuran’a tam tabi olup, derin Allah korkusu ve derin Allah sevgisi kalplerine yerleşmezse manevi derinlik kazanamaz, et ve kemik olarak kalırlar.
Dinden uzak yaşayan kadın ya da erkek aralarında sorun olduğunda, kendilerini sevdirmek için sürprizler yaparlar. Örneğin erkek bir hediye alır. O an kadın yumuşar, sevgisi artar. Gerçekte bu, kadın için küçük düşürücüdür. Eşinin güzel ahlakından, kişiliğinden, manevi derinliğinden değil de aldığı pahalı hediyeden etkilenmesi, beklenti içindeki erkek için de çıkar gözeten kadın için de sevgiyle ilgisi olmayan bir durumdur.
Sevgi, kaynağını Allah aşkından almalıdır. Zaten Allah gerçek sevgiyi, samimi iman sahibi kullarına yaşatır. Bu yüzdendir ki birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını söyleyen çiftlerin sevgisi, bir süre sonra, şiddetli kavgalarla, karşılıklı suçlama ve hakaretlerle sona erer.
Eşi kendisini ütü yapan, bulaşık yıkayan bir makine gibi görüyorsa, kadında sevgi, saygı ve aşk kalmaz, hatta gizli bir nefret meydana gelir. Başlangıçta birbirlerine çekici gelen yakışıklılığı, güzelliği artık göremezler. Evlilik karşılıklı azaba dönüşür. Kavgalar, laf sokmalar, aşağılama ve hakaretler yaşanır.
Bir makalede okuduğum, eşinden dert yanan bir kadının, “Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum” ifadesi çok ilginçtir ve kadınların yaşadığı durumu çok açık ortaya koyar.
Müminin evliliğinin amacı; Allah aşkından kaynaklanan tutkuyu yaşamaktır. Tutku, Allah aşkının insan ruhunda meydana getirdiği şiddetli hazdır. İnanan insanın seçtiği kadın onun cennet arkadaşıdır, cennetteki eşidir. Kur’an, mümin erkek ve kadınların, ahirette de eşleriyle birlikte olduklarını haber verir.
Allah rızası için yapılan evliliklerde, derin bir şefkat, merhamet ve gerçek aşk vardır.
Kur’an’da, cennetteki yaşam tarif edilirken buna dikkat çekilir. Cennetteki eşlerden, “gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş ve tutkuyla bağlı” kadınlar olarak söz edilir.
Peygamberimiz(sav)’in, mümin kadınların cennetteki güzelliği ile ilgili olarak kendisine sorulan sorulara şöyle cevap verdiği rivayet olunur:
“Namazları, oruçları ve Allah’a ibadetleri sebebiyle Allah onların yüzlerini nurlandırır, kendilerine ipek elbiseler giydirir. Onların tenleri beyaz, elbiseleri yeşil, ziynetleri sarı, buhurdanlıkları (tütsülükleri) inci ve tarakları altındır. Onlar şöyle söylerler:
“Biz burada ebedi kalacağız. Biz sevimli ve mutluyuz. Asla üzülüp sıkılmayız. Başka aleme göçmeden hep burada kalacağız. Biz bu halimizden memnunuz ve herşeye razıyız. Hiç kimseye kızmaz ve öfkelenmeyiz. Ne mutlu kendilerine eş olduğumuz ve bize eş olan kimselere.” [Gençlik ve Ölüm, s. 422-423].Mevlam neylerse güzel eyler değilmi dostlarım Rabbim her zaman hakkımızda hayırlısını versin inşallah amin ecmain selam ve saygılarımla.Hacegan...
Hacegan__
Pzr Şub 05, 2012 7:35 pm
 
Foruma git
Konuya git

ÖLÜM YAŞAMI ÖĞRETİR İNSANA..

Size de olur mu bilmem ; her ölümün ardından yaşamın pesine düşerim ben...Yakın bir dostu toprağa verir vermez, kabrinin çiçekleri kurumadan daha, ihmal edilmiş kapıları çalar, özlenip gidilmemiş adresleri ararım; eski dostlukların tozunu alır, cam gibi parlatırım. İşi gücü boslar, gecikmiş hal hatır sormaların, dar günde omuz omuza durmaların kapısını aralarım.

Hele erken ölüm...

Tuhaftır, yitirilmiş ortak dostların ardından `sesini duymak istedim` telefonları gelir es dosttan da...`hadi kaçıp bir şeyler içelim` davetleri, `sana gecen gün haksizlik ettim` itiraflarına dönüşür; gecikmiş günah çıkarmalar, samimi özeleştiriler, sıcak dokunuşlar getirir ardı sıra... Anlarım ki herkes benim gibi paniktedir. Bir musalla tasının ogukluguyla ürperir yalnız kalpler ve ısınmak için hayırsız sevdalara koşulur, gündelik telaşta kırıp döktüklerini tamire çıkarır insanoğlu...

Ölüm, yaşamı öğretir bize; döverek sevmeyi belleten hoyrat bir anne gibi... sevgi doğurur ecelinden... Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada keklik sanmayın. Sıkıca asilin onlara, tıpkı hayata asıldığınız gibi... Çünkü onlarsiz hayat da anlamsızdır. Hayatinizi asla aşka kapatmayın. Aşkı bulmanın en kısa yolu, aşık olmaktır, korumanın en iyi yolu ise ona kanat takmak... Hayati çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. Hayatin bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Dün tarih oldu...Yarin bir sır... Bugünün kıymetini bilin. Elbette karar sizindir Selamlarımla Hacegan...
Hacegan__
Cum Şub 10, 2012 12:50 pm
 
Foruma git
Konuya git

İNANMAYANLAR BİLMEZLER.......

İnsan hayatı boyunca çeşitli mutluluklar yaşar, dünya hayatı ile ilgili mutluluklar hemen herkeste aynı görülür. Ben size inanan insanların yaşadıkları mutlulukları kendim nasıl yaşıyorum anlatmaya çalışacağım…

* Bazı olaylarda, bunu kimseye söylememene rağmen Allah`ın yanında olduğunu hissetmek,
*Birisine dini, Allah`ı anlatırken onun ahiretine etki edebileceğini ve onu kurtarabileceğini hissetmek,
*Herhangi birisinin senin anlatıklarınla veya yazdıklarınla dine daha sıcak bakması ve kulluk vazifelerini yerine getirmeye başlaması,
*Ahireti düşünmek ve cenneti hayal etmek,
*Sevdiklerinle beraber cennette sonsuza dek yaşama hayali,
*Arkadaşlarınla yaptığın din üzerine sohbetler,
*Allah rızasını kazanmak için yaptığın herhangi birşey,
*Birinin sana Allah razı olsun demesi,
*Cuma namazında bir arkadaşınla karşılaşmak,
*Daha önce hiç kimsenin namaz kılmadığını tahmin ettiğin bir yerde namaz kılmak,
*Namaz vaktine son saniyede yetişmek,
*İftar sofraları,
*Her zamanki gibi sıkışık trafikte, insanların iftar vakti ekmeğini suyunu paylaşması.
*Hac ca gittiğin zaman bilhassa o ilk anki duyguların,
*Hac gibi bir borcu ödemenin verdiği haz,
*Malından kazancından vererek hem Allah`ın dediğini yapmak hemde karşındakini mutlu etmek,
*İnsanların tıpkı Allah`ın dediğigibi seni dini yaşıyorsun diye kınamaları,
*Allah`ın Kitabında anlattığı müslüman ve mümin tarifine uyman,
*Allah`ın ayetlerini ve delillerini dünyada gözlemlemek (arının bal yapması, yağmurun yağması gibi)
*Bir sevdiğin veya yakının öldüğünde onun bütün acısını çekmene rağmen inançlı olarak öldüğünü bilmek,
*Karşına çıkan zorlukların imtahan olduğunu bilmek ve sonucunu almak,
*Müslüman bir ülkede yaşamak ve ezan sesini duyabilmek (bilhassa yurt dışındayken bunu çok hissettim)
*Sevdiğin birinin namaza başladığını duymak,
*Herşeye Allah`ın adıyla başlamak ve bunu diyenleri duymak,
*İnanan kardeşini sevmek, senin ona onun sana kin tutmayacağını bilmek,
*Yaşadığın hayal kırıklıklarını ve üzüntüleri Allah`ın verdiği sabırla bertaraf etmek,
*İnanan bir insanın senin için dua etmesi, senin de onun için dua etmen,
*Sevgilinle, eşinle Allah`ı, dini konuşabilmek.
*Kuran`ı her okuduğunda yeni birşeyler öğrenmek,
*Kuran`la ilgili araştırma yapmak, bir arkadaşnın bunu yaptığını bilmek,
*Dünyadaki güzelliklere Yaratıcının bunları nasıl yaptığını ve muaazamlığını hissederek bakmak,
*Haramlara Allah istemediği için girmemek…
Rabbim her zaman hakkımızda hayırlısını versin değerli okurlarım sanalkahve dostlarım Hacegan....
Hacegan__
Cum Şub 10, 2012 9:01 am
 
Foruma git
Konuya git

RUHUN TESLİM EDİLMESİ....

Canın alınmasının keyfiyeti, miraç hadislerinde belirtilmiştir. Bu hadislerden anlaşıldığına göre ruhun bedenden çıkması şöyledir: Hz. Azrail'in önünde herkesin isminin yazılı olduğu bir levha vardır. Her kimin eceli gelmişse, adı levhadan silinir. Azrail, bir anda onun ruhunu alıverir. Aynı anda binlerce kişinin adının silinmesi ve Azrail'in onların canını aynı anda alması şaşılacak bir şey değildir. Bin tane çırayı aynı anda söndüren rüzgar gibi. Bu ölümlerin hepsinin faili aslında ALLAH'tır. Azrail, ruhu alır; ama hakikatte öldüren ALLAH'tır. Çünkü emir O'nun tarafındandır.

Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim, can alma olayını bazı yerlerde ALLAH'a,[1] bazı yerlerde ölüm meleği Azrail'e[2], bazı yerlerde de meleklere[3] isnat etmiştir Bunların üçü de doğrudur. Zira, Azrail ve onun yardımcıları, ALLAH'ın emriyle can alırlar. Bunu bir padişahın ordusu ve komutanlarıyla birlikte bir şehri fethetmesine benzetebiliriz. Şehri padişah fethetti de diyebiliriz. Filan komutan da, ordu da. Bu örnek bunun anlaşılması içindir. Yoksa asıl konu çok daha üst düzeydedir.
Ölüm anında canı alan ALLAH'tır. Ama O, dünyayı sebeplerle düzene koymuştur. Ölüm için de bazı zahiri sebepler kılmıştır. Örneğin; bir binadan düşmek, hastalanmak, öldürülmek vb. Bunların hepsi birer araçtır, bahanedir. Zira niceleri vardır ki, çok şiddetli hastalıklara yakalanırlar, ama ölmezler. Öyleyse zahiri sebepler, tek başına o şahsın ölümü için yeterli değildir. Eğer ömrü sona ermişse, âlemlerin Rabbi onun canını alır. Birçok insan, hiçbir hastalıkları olmadığı hâlde ölmüştür.

Başka bir konu da ölüm meleğinin şeklinin, ölen kişiye göre değiştiğidir. Bir rivayette şöyle geçiyor:
Hz. İbrahim (a.s), Azrail'den kâfirin ruhunu alırken nasıl bir şekle büründüğünü, kendisine göstermesini istedi. Azrail, "Buna dayanamazsın." dedi. Hz. İbrahim (a.s) ısrar edince, Azrail öyle bir şekle büründü ki Hz. İbrahim, karşısında siyah yüzlü, pis kokulu, siyah bir elbise giymiş, ağzından ve burnundan alevler ve duman çıkan birisini görerek, düşüp bayıldı. Kendisine geldikten sonra şöyle buyurdu: "Eğer kâfir için hiç bir azap olmasaydı, seni görmesi, ona azap olarak yeterliydi."[4]

Mümin için de tam tersidir. Ölüm hâlindeki insanı saptırmak için şeytanlar sol taraftan, buna karşılık melekler ise sağ taraftan gelirler.[5] Şeytanların işi her zaman aldatmaktır. Özellikle kişi, ölüm anında imanlı da olsa, onu aldatmaya uğraşırlar. Saadet ve bedbahtlığın ölçüsü, akıbetinin durumuyla ilgilidir.


ALLAH Resulü'nden (s.a.v) şöyle nakledilmiştir: "Yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz ve diriltildiğiniz gibi de haşr edilirsiniz."[6] Ne arzusu varsa, o arzuyla ölür. Eğer arzusu Resulullah'ın (s.a.v), Hz. Ali'nin (a.s) cemalini görmek idiyse, ölünce de bu arzu ile ölür. Eğer arzusu heva ve heves idiyse, ölüm anında da arzusu bu olur. Fakat ALLAH-u Teâlâ, iman ehlini ölüm anında koruyacağına ve şeytanın onlara ulaşamayacağına dair söz vermiştir.[7]
Ebû Zekeriyâ Râzî'ye vefat edeceği sırada "La ilahe ill"ı telkin ediyorlardı; "Söylemiyorum" diyordu. Bir süre baygınlık geçirdikten sonra kendisine gelince, dedi ki: "Önüme birisi geldi ve bana: "Eğer kurtulmak ve saadete ulaşmak istiyorsan, "İsa ALLAH'ın oğludur" de dedi. Ben de söylemem dedim. Biraz ısrar ettikten sonra "La ilahe ill" de dedi. Ben ise, "Sen dediğin için demiyorum." dedim. (Sonra Ebû Zekeriyâ Râzî) eline bir şey alıp fırlattı. "Şimdi hak kelimeyi söylüyorum" dedi; sonra şahadet getirdi ve öldü. Bir ömür boyu sıdk ile muvahhid olan birisine nasıl olur da şeytan ölüm anında musallat olabilir. Evet, eğer ömrünü şeytanın yolunda geçirmişse, ölüm anında da dostu şeytan olur.Rabbim hepimize imanla ruhumuzu teslim etmeyi nasip eder inşallah amin ecmain saygılarımla Hacegan....
Hacegan__
Per Şub 16, 2012 9:30 am
 
Foruma git
Konuya git

MÜMİN KİMDİR....?

Mümin, geleneksel kültüre ya da doğu kültürüne sahip insan demek değildir. Mümin yalnızca Allah’a kulluk etmek, yalnızca O’nun rızasını aramak, verdiği nimetleri yalnızca O’nun yolunda kullanmak için yaşayan insandır. Allah’ı gereği gibi takdir edebilen, O’na şükür ve tevekkül içinde olmaya çalışan insandır. Mümin, Allah’a aşkla bağlı, Kur’an ahlakını yaşamaya ve Rabb’inin sınırlarına yaklaşmamaya gayret eden samimi insandır.

Samimi müminin en önemli özelliklerden biri, gün içinde her adımını Allah’ın rızasını ve rahmetini düşünerek atmasıdır. Aczinin, dünya hayatının geçiciliğinin, kaçınılmaz gerçek olan ölümün her an gelebileceğinin ve her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunun bilincindedir. Yalnızca Rabb’ini İlah olarak tanır, Hz. İbrahim (as)’ın sözlerindeki gibi, “… işitmeyen, görmeyen ve kendisini herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere” tapmaz. (Meryem Suresi, 42)

Allah’ın buyruklarını göz ardı ederek, yalnızca nefsinin bencilce tutkularını gözeterek yaşayan kişi, özgür olduğunu düşünebilir; ama yanılır. Çünkü Allah’a tam teslimiyetin kazandırdığı gerçek özgürlüğü bilemez; bu nedenle kıyas da yapamaz. Ancak kıyas yapabildiğinde ortaya çıkan; özgürlüğün yalnızca Kur’an ahlakı yaşandığında kazanılabileceği gerçeğidir.

İnsan, vicdanını tam kapasite kullandığında gerçek özgürlüğe ulaşır. Nefsinin bencil tutkularının tutsağı olan kişi özgür olabilir mi? İnsan ancak, sürekli kendisinden çalan nefsinden ve Allah’ın dışında bütün taptıklarından kurtulduğunda özgürleşir.

Rabb’inden uzak kalarak özgür olacağını zanneden kişinin yaşadığı, toplumun kısıtlayıcı ve yasaklayıcı kurallarına uyması yüzünden gerçekte özgürlük değil, tutsaklıktır. Toplumda yerleşmiş yanlış telkinler, batıl inanışlardan kaynak bulan din dışı uygulamalar, insanların yaşadığı hapishanenin sınırlarını çizer. Yalnızca Allah’ın kulu olmak yerine, onlarca sahte İlahın emrine giren kişi asla gerçek anlamda özgürlüğü tadamaz. "Onların (o ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri, onlar için hazır bulundurulmuş askerlerdir." (Yasin Suresi, 75)

Hayatlarını insanları hoşnut etmeye adayan kimseler, insanlardan yardım umarlar. Ancak birer aciz “kul” olan bu varlıklar onlara yardım edemez, onları kurtaramazlar. Sahte ilahların gerçekte hiçbir yararı olmadığını insana gösteren en kesin gerçek ölümdür. Ancak artık çok geçtir.

Kur’an ahlakını yaşamak, toplumun insan üzerindeki baskılarını, yaptırımlarını, batıl kurallarını, her türlü bağnazlığı kırar, ortadan kaldırır. Rabb’inin sınırları içinde yaşayan insan, özgür olduğunu düşünerek sınır tanımadan yaşayan ancak kalbi darlık içindeki kişiden daha özgürdür. Çünkü Rabb’i müminin kalbine güvenlik duygusu ve huzuru indirmiştir.

İnkarcıların, çarpık temel üzerine inşa ettikleri hayatları ile müminlerin Allah’ın hoşnutluğu temeli üzerindeki hayatları arasında çok önemli ayrılıklar vardır. “Rabb’imiz Allah’tır diyerek dosdoğru bir yol tutan” müminlerin rehberi Kur’an ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetidir. Dinleri, Allah’ın Kur’an’da tarif ettiği ve Peygamberimiz (sav)’in örnek hayatıyla tanıttığı İslam, kıstasları Kur’an’dır.

Samimi iman eden insan, yaşamını Allah’a adar, kendisini O’na vakfeder. İmanından kaynaklanan kararlılığa sahiptir, zorlukta yılgınlık göstermez, ‘Rabb’i için sabreder’, O’na güvenip dayanır, tevekkül eder. Her işi düzenleyip kontrolü altında tutanın, gizlinin gizlisini ve içindekini görüp bilenin Allah olduğunun bilincindedir. Kendini Allah’a vakfetmek, kötülüklerden arındıran, insanın kalbine güven duygusu ve huzur indiren, sonsuz yaşamda da –Allah’ın dilemesiyle-kurtuluşa ulaşmaya vesile olacak olan en önemli yollardandır.
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak dünyevi hiçbir çıkara değişilmez. Küçük ya da büyük hiçbir çıkar, O’nun rızasını kazanmaktan daha önemli olamaz. Allah, “(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ’tutkuya kaptırıp alıkoymaz’…” (Nur Suresi, 37) buyurur ve inanan kullarının bu özelliklerini haber verir.

Allah’a yönelmek ve hayatını O’na adamak önemlidir. Kendimizi gözden geçirmemiz, gün içinde kendimize imanımızı kanıtlayacak davranışlarda bulunmamız ve “yalnızca Allah rızası için mi yaptım?” diye düşünmemiz gerekir.

Sıcak evimizde, keyif içinde, imtihan yaşamadan Allah’a olan sevgimizi kanıtlayamayız. O nedenle imtihan, bizler için Allah’tan nimettir, rahmettir. Rahmet yağarken ise ıslanmalı, sırılsıklam olmalı. Karşılaştığımız her zorluk hayır ve hikmetle yaratılır. Bize düşen; O’na olan sevgimizi, sabrımızı ve tevekkülümüzü göstermek olmalı. Her zorluktan sonra mutlaka kolaylık gelecektir.

İmtihanlar, dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünür ancak içine girildiğinde görünen, Allah’ın kesin rahmetidir. Kalben, ruhen ve bedenen Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olursak her an mutluluğu ve güzelliği yaşarız.

Kur’an, evde “oturulan” veya “evden camiye” bir İslami yaşam modeli tarif etmez. Allah’ın rızasını ve rahmetini kazanmak için "mücahid" olmalı, Allah’ın dinini hakim kılmak için ciddi bir çaba ve fikir mücadelesi içinde olmalı. “Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Ali İmran Suresi, 142) buyurur Allah ve bunun aynı zamanda sonsuz kurtuluşun da yolu olduğunu haber verir.

İnsanları yanlış olandan sakındırmak, doğruları anlatmak, toplumdaki sapkın görüşlerle fikir mücadelesi yapmak her Müslüman’ın önemli sorumluluğudur. Bozgunculuk çıkaran, huzur ve düzeni bozan, barışı engelleyen, tüm dünyada şiddet, terör ve anarşiyi körükleyen fitnenin yok edilmesi gereklidir. Bu fikir mücadelesinde hedef, fitnenin beynidir. Hak gelecek batıl zail olacaktır.

Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermek, “fitne yeryüzünden kalkıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar” fikir mücadelesi yapmak ve O’na gereği gibi kulluk etmek müminin asıl işidir. O, Rabb’ine "bir ucundan ibadet" etmez. Allah’ın rızasının yanında kendi basit çıkarlarını korumaya çalışmaz. O korkunç bir kayıptır; mümin ise Rabb’inin dilemesiyle hep kazançtadır.

Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 18-19)
Selam ve dualarımla Allaha emanet olunuz. Hacegan....
Hacegan__
Per Şub 16, 2012 8:26 am
 
Foruma git
Konuya git

YEMİN ETMEK.....

Günlük yaşantımızda o kadar yerleşmiş ki yemin etmek ağzımıza; unutuyoruz önemini ve uyulmadığı takdirde doğabilecek sonuçları…Her lafımızın başına şartmış gibi “vallahi” getiriyoruz, daha inanılır kılmak için sözlerimizi “yeminle” diye devam ettiriyoruz; Allah’ı bazen haklı bazen haksız yere şahit gösterip duruyoruz. Sakız olmuş gidiyor bu yeminler…Açıkça uyarılıyoruz bu konuda oysa ki:
“Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek; yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun(onlara riayet edin). Allah size ayetleri açıklıyor; umulur ki şükredesiniz”
Maide 89
Aldırış etmeden bol keseden savurduğumuz yeminleri kimi zaman birini lafımıza inandırmak için kullanıyoruz, kimi zaman vaadlerimiz için kullanıyoruz, kimi zaman kendi kendimize yaptırımlarımız için…Oysa ki her birinde (bilinçli olarak edilenlerde) çok büyük bir keffarete giriyoruz ama bu yeminlere ne denli titizlikle bağlı kalmamız gerektiğini unutabiliyoruz. Allah muhakkak karşılığını istiyor sadık kalınmayan ya da yalan yere edilen yeminlerin ki bir değil üç farklı keffaret biçimi sunuyor bize çok şükür ki.
Kasıtlı edilmeyen yeminlerden sorumlu tutulmamamız da ayrıca bir şükür konusu acak yine de bunu ağız alışkanlığı haline getirmemekte fayda olduğuna inanıyorum. Müslüman kişinin özü sözü zaten bir olmalıdır. Yemini bir kenara bırakalım, söz vermek ve bunu mutlaka tutmak diye de bir şey vardır. Her ne kadar söz vermek (ahit etmek)kişinin insayitifine kalan ve yemin etmenin yanında ezilip büzülüp küçük bir şeymiş gibi kalan bir durum gibi görünse de Kur’an’da önemle üzerinde durulur:
“….Hayırda erginlik o kişinin hakkıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, özgürlüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, namazı/duayı yerine getirir, zekatı öder. Böyleleri söz verdiklerinde ahitlerine vefalıdırlar; bolluk ve bereket zamanı kadar zorluk, sıkıntı ve şiddet zamanında da sabırlıdırlar. İşte bunlardır özüyle sözü bir olanlar. İşte bunlrdır takva sahipleri.”
Bakara 177
Söz vermek bu ayette görüldüğü gibi imanlı insanın inanması/yapması gereken çok önemli şeylerle aynı ayette geçiyor. Aşağıdaki ayetle de söz verdiğimizde sözümüze sadık olmamız açıkça emrediliyor.
“Ey iman sahipleri! Akitlerin ve ahitlerin icaplarını yerine getirin!…”
Maide 1
“….Ahdinize vefalı olun çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir.”
İsra 34
Her lafımızda Allah’ı şahit göstererek yemine etmeyi ağız alışkanlığı haline getirmekten vazgeçmemiz gerektiği gibi, aile içinde, iş ortamında, arkadaşlıklarda ve daha pek çok durum ve ortamda birbirimize verdiğimiz sözlere sadık olmanın ciddiyetini de anlamamız gerekiyor. Müminler olarak taşımamız gereken özelliklerden biri de bu çünkü.
“O müminler emanetlerine, ahitlerine saygı duyup sahip çıkanlardır.”
Müminun 8

Ahdinize vefalı olun çükü verilen söz sorumluluk getirir İsra suresi 14.Ayet Selam ve saygılarımla Hacegan.....
Hacegan__
Per Şub 16, 2012 8:41 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: GÜZELLİK KENDİMİZİ BİLMEKLE BAŞLAR....

Emeginize saglik, güzel paylasim icin sagolun.
Asri_Saadet
Cum Mar 02, 2012 7:57 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: GÜZELLİK KENDİMİZİ BİLMEKLE BAŞLAR....

Teşekkür ederim gözlerinize sağlık.
Hacegan__
Cum Mar 02, 2012 8:03 am
 
Foruma git
Konuya git

GÜZELLİK KENDİMİZİ BİLMEKLE BAŞLAR....

İnsanın eksiğini, hatasını bilmesi kadar güzel şey yoktur. Yaratılmış olan eksiksiz olmaz. Ayrıca eksik olduğumuzu bilmek, bu şuurla hareket etmek, mahrum olmak demek değildir. Asıl mahrumiyet Hakk’a teslim olmayıştır. Teslim olan kişi ise hayrı Hak’tan kötülüğü de kendinden bilir. Bu kişi hata yapsa bile sonunda tevbesi kabul edilir.

Yüce Mevlâ Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur:

“Sana bir iyilik gelirse Allah’tan, kötülük gelirse kendindendir.” (Nisa, 79)

İnsanın suçu kendi nefsinden bilmesi kulluk edebindir. Yeter ki tevbe edip af dilemeyi bilsin. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Allah, gündüz günah işleyenlerin tevbe etmeleri için geceleyin elini açar. Gece günah işleyenlerin tevbe etmeleri için de gündüz elini açar. Bu durum güneşin battığı yerden doğmasına kadar devam eder.” (Müslim)

Suçu Allah’a isnat eden affa layık olmaz, rahmete kavuşamaz. Hz. Adem a.s. ile İblis’in durumları bunun en güzel misalidir. Her ikisi de günah işlediler. Hz. Adem a.s. cennetten uzak düştü, hasret çekti. Fakat af diledi, Allah’ın mağfiretine mazhar oldu. İblis ise isyanına devam etti, suçu Allah’a yüklemeye kalkıştı. Böylece hatayı kendisinin yaptığını kabul etmedi. Sonuçta rahmete layık görülmedi ve kovuldu.

Adem a.s. demişti ki: “Allahım, suçluyum. Ben düşkün kuluna acı! Kendimize zulmettik. Bizi affetmezsen, bize acımazsan zarar görenlerden olacağımıza şüphe yoktur.” (A’raf, 23)

Yani demiş oldu ki: “Kusurlu olduğumu biliyorum, suç işleyerek bizzat kendime zulmettim. Pişmanım, senden tarafa döndüm ve bütün kusurumla sana sığındım. Sen acıyanların acıyanı, cömertlerin cömerdisin. Merhamet edip bağışlayansın. Ziyadesiyle sabredensin. Ben günah işledim, suçumu biliyorum. Ey Yüce Mevlâm, beni bağışla. Sen cömertler cömerdisin.” (Garipnâme)

İnsan gaflete düşebilir. Unutabilir, hata yapabilir. Ama kibre düşmeden, inat etmeden hatamızı yürekten kabul eder ve O’na sığınırsak Rabbimiz affeder, bağışlar. Kullukta esas olan, kişin kendini tanımasıdır. Kendini tanıyan, zaaflarını, eksik olduğunu bilen kimse bu sayede kendinden Rabbine giden bir yol açar. Bu yolda Allah’a doğru ilerler. Allah onun sığınağı, dayanağı, güvenidir. Tevekkülü O’nadır. O’na muhtaç olduğunu ve ihtiyacını sadece O’nun gidereceğini bilir.

İman, ahlâk ve kanaat, akılla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Kişinin, içindeki yanlışa yönelten sese kulak tıkaması, daima güzel ahlâklı olması, ihlâsla ibadet edip kulluk vazifelerini yerine getirmesi insanî aklın gereğidir. Aynı şekilde yanlışlardan utanmak, hayâ sahibi olmak da böyledir. Yaradılanı Yaradan’dan dolayı sevmek, kalp kırmamak, daima doğru söylemek de akla işaret eder. Bunun aksi olan haller, kişiyi cihana padişah da yapsa ahmaklıktır. Çünkü, Allah korusun, sonunda ilâhi gazap vardır.

Fahr-i Kainât Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Kim insanları hayra davet ederse, o kimseye kendisine uyanların sevapları kadar sevap verilir. Onun sevabı, uyanların sevaplarında hiçbir eksilmeye sebep olmaz. Buna karşılık her kim sapıklığa yöneltirse ona da kendini izleyenlerin günahları kadar günah vardır. Davet edene yazılan bu günah onların günahlarından bir şey eksiltmez.” (Müslim)

Demek ki yapıp ettiklerimiz başkalarını etkiliyorsa binlerce defa daha dikkatli olmamız lazım. Kendimizi kontrol ve murakabe altında tutmamız lazım. Bu da ancak eksik ve kusurlu olduğumuzun idrakiyle mümkün olur. Nefsin isteklerimizin aldatıcı olduğunu bilmekle, kendimiz kolayca kandırabildiğimizi fark etmekle olur.

Kendini beğenmişlik, kibir ve kin, kontrol ve murakabe dışı olma halidir. Bu halde kişi ne yaptığını bilmez, doğru olanı yalanlar, hak olanı inkâr eder, hilekârlığa yönelir. Bütün bunlar mücellâ dinimizin öğrettiği ahlâkın tam zıddıdır. Müslümanlar arasındaki itimadı yok eder, kardeşliği engeller.

Fahr-i Alem Efendimiz s.a.v. buyurur ki:

“Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu düşmanına teslim etmez. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Her kim bir müslümandan sıkıntısını giderirse, Allah da buna karşılık ondan kıyamet gününün sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir müslümanın aybını örterse Allah da kıyamet günü onun aybını örter.” (Buharî, Müslim)

* * *

İnsan ömrü üç konaktan ibarettir. Bu konaklar çocukluk, gençlik ve ihtiyarlıktır. Ömür, ebediyet yolculuğumuzda tek sermayedir. Zamanı boş yere harcayıp zayi etmek, bir daha elimize geçmeyecek olan bu sermayeyi israf etmektir.

İnsan çocukken kaygılardan sıkıntılardan uzak bir şekilde yaşar. Ölüm düşüncesi yoktur, gece gündüz oyunla meşguldür. Hayatı oyun olarak algılar. Dünya nimeti için kaygılanmaz, ahireti bilmez. Dostu düşmanı ayırt edemez. İmanın ve inkârın da ne olduğunu bilmez. Kendini bilmediği gibi, Allah’ın emir ve yasaklarından haberdar değildir. Zaten bundan sorumlu da değildir. Bildiği sadece anne ve babasıdır. Onların sağladığı güvenceyle bütün kaygı ve düşüncelerden uzak bir halde emniyet içinde olduğunu sanır. Çocukluk döneminin bu özelliği sebebiyle kişiye bu çağından sorgu-sual olmaz. Bu dönemin yanlışları sebep olanlardan, özellikle anne babadan sorulur.

Gençlik yılları ise zevk ü sefa ile, gezip dolaşmakla ve eğlenmekle geçer. Daha sonra mal mülk toplama telaşı başlar. Sıkıntıdan uzak, rahat ve güvenli bir hayat sürmek için gayret sarf eder. Heveslerine ulaşmak için çabalar. Bu çağda da ebedi hayat pek düşünülmez, bir gün yaşlılık düşüncesi uzaktır.

Fakat gençlik de hızla geçer gider, yaşlılık gelir. Güçten kuvvetten düşer. Otursa kalkacak güç bulamaz, kalksa gençliğindeki gibi iş yapamaz. Ancak insanın hırsı bitmez. Yine bağ bahçe, mal mülk peşinde koşar. İş güç, mal mülk, oğul kız derken dünyalık arzularına kavuşmadan, pek çok iş yarım kalmış olarak ömür biter.

Artık hesap zamanıdır. Kişiye ömür sermayesini ne yaptığı sorulur. Kulluk vazifesini yapıp yapmadığına bakılır. Dünyada kalan hiçbir şey; ne malı mülkü ne de evladı fayda verir o kimseye. İnsan o zaman fark eder ki ömür bir rüzgâr esmiş gibi esip geçip gitmiştir. Artık pişman olsa da fayda vermez.

Fahr-i Kainat Efendimiz’in “Ölmeden önce ölünüz.” uyarısını pişmanlık zamanlarından önce akılda tutmak gerekir. Yani kabirde sorgu melekleri sigaya çekmeden önce kendi kendimizi hesaba çekmemiz gerektiğini, hataların ve yanlışların telafisi için zaman kaybetmeden işe koyulmak gerektiğini akletmek gerekir.

Evet; Cenab-ı Mevlâ, bizleri buraya ömrümüzü boşa harcamak için göndermedi.

Allah Rasulü s.a.v.’in şu müjdesiyle bitirelim:

“Kul günah işleyip peşinden:

– Allahım! Günahımı affet, beni bağışla, diye dua ettiğinde Allah Tealâ şöyle buyurur:

– Kulum bir günah işledi, fakat günahını affedecek veya onu cezalandıracak bir Rabbi bulunduğunu bildi, der.

Aynı kul, bir daha günah işleyip peşinden:

– Ey Rabbim! Günahımı affet, diye dua ettiğinde yine Allah:

– Kulum günah işledi, fakat günahını affedecek veya günahı sebebi ile cezalandıracak bir Rabbinin olduğunu bildi.” der.

Aynı kul tekrar günah işleyip Rabbinden affını istediğinde Allah şöyle buyurur:

– Kulum günah işledi fakat günahını affedecek veya günahı sebebi ile cezalandıracak bir Rabbinin bulunduğunu da unutmadı, Ben de onun günahını affettim. (Buharî, Müslim)

Bütün bu müjdeler bir uyanışa davettir. Ayağa kalkmaya, aczini itiraf etmeye, Alemlerin Rabbi’ne sığınmaya davet. Bu davete cevap verenler elbette selamete erecek.

Rabbimizin tevfik ve inayetiyle..Selam ve saygılarımla Hacegan.
Hacegan__
Cum Mar 02, 2012 6:51 am
 
Foruma git
Konuya git

MERHAMET....

Yolda kalmış olanlar için ıssız dağ başlarına hanlar yaptıran, kanadı kırık yaralı kuşlar için kuş evleri imar eden, bir çiçeğin de canlı olduğunun idrakiyle onu koparmaya kıyamayan, bir ağacı budarken bile acısını hisseden insanlığın nesline bugün neler oldu? Neleri nerelerde ne uğruna yitirdi ki, öz ana babasını boynu bükük bir şekilde kapı dışarı ederken ya da bir hiç uğruna en yakınını öldürmeyi göze alabilirken yüreğinde, vicdanında bir sızı duymaz duruma geldi?

O Rahman’dır. Yarattıklarının hepsine ayrım yapmadan merhamet edendir. Merhamet, yaratıcının sıfatlarından biri öncelikle. Sonra yaratılmışların en şereflisi olana, yani insana da bahşedilmiş özge bir haslet. Merhamet, acımak değil sadece. Acımanın ötesinde, gereğini yerine getirmek. Yani merhamet acıyı ortadan kaldırıp, yerine sevinci ve iyiliği koymaktır. Merhametli olmak, karşısındaki insan veya diğer varlıklar karşısında üzülmek ve acıyarak bakıp geçmekle anlamını bulan bir kavram değil. Kalbin üzüldüğü, acıdığı yerde elden gelen yardımı da yapabilmektir. Rahman olana iman eden her kimse, O’nun yarattıklarına karşı da merhametli olmak durumundadır. Var edenin rahmetiyle, merhametiyle kuşatılmış bir insan, aynı duyarlılıkla ve bakışla etrafındaki varlıklara bakmıyor ve onlara karşı bir merhamet duygusu taşımıyorsa kendisini sorgulaması gerekmektedir.

Kişi kendisine karşı da merhametli olmak durumundadır fakat gerçek anlamda merhamet, başkalarına karşı yapılan iyilikle ve yardımla kendisini gösterir.

Alemlere rahmet olan

Alemlere rahmet olarak gönderilenden, Efendimiz s.a.v.’den öğrendik önce merhametin anlamını. O’nun kuşatıcı sevgisi ve merhametiyle başta insan olmak üzere diğer varlıklar kendini buldu, kendini bildi. O ki, çocuklardan yaşlılara, ağaçlardan kuşlara kadar bütün canlılara karşı merhamet sahibi olmanın en güzel örneği oldu. Yoluna dikenler serenlere, üzerine taş yağdıranlara bile merhametini esirgemedi.

O’nun izinde gidenler de gördükleri eziyetler, cefalar karşısında merhametsiz yüreklerin yumuşaması için ancak niyazda bulundular. Çünkü merhamet sahibi olmak büyüklüğün, insan olmanın, her şeyden önemlisi Yaratan’a kul olmanın gereğiydi. Kötülere karşı herkes kötülükle karşılık verebilir. Ancak kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmektir üstünlüğün alameti. Cezayı hak edenleri dahi affedebilmektir merhametli olmanın delili.

Beslendiği kaynaktan ve edindiği rehberden dolayı gönül sahibi olanlar da ancak Yunus gibi yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevdiler, incitmediler, kırmadılar. Çünkü en büyük merhamet sahibi O’ydu. O’nun hayat ve rızık verdiği canlılara karşı insan hangi hakla tavır alabilir, merhametsiz, sevgisiz davranabilirdi ki?

Sakın incitme bir canı

Yalnız insanlara karşı değil, diğer canlılara karşı da merhametli olmaktan geçer insan olmanın yolu. Bir karıncaya dahi ulu nazarı olan bir kültürün, bir geleneğin fertleri olan bizler, ne oldu ki merhametin şefkatin timsali olan annelerde bile merhameti sorgular hale geldik? Meyve ağaçlarına zarar veren canlıları engellemek veya ortadan kaldırmak için şeyhülislam makamından fetva isteyen sultanın hassasiyeti hangi öğreti neticesinde oluşmuştu? Bir karınca da olsa zulmedilen, hesabının elbet bir gün sorulacağı inancıdır ki, o insanları zalimlikten uzak edip, merhametin sembolü haline getirmiştir.

Merhamet duygusunu en etkili bir şekilde kuşanan, taşıyan tek canlı olarak bilinen anneler, öz yavrularını sokaklara terk edip giderken, insanlığın nelerden ve niçin mahrum kaldığını sorgulama zamanıdır. Vahşi hayvanların bile yavrularına karşı gösterdikleri merhamet ve şefkat hissi insanda kaybolmaya yüz tutmuşsa, insanın içine düştüğü girdaptan kurtulma çarelerini araması için acele etmesi gerekmez mi?

Sadece kendi menfaat ve rahatımız için önümüze koyduğumuz hedeflere doğru koşarken başka birinin hakkını gözetmeden, ne varsa kırıp dökmek ve bu şekilde amacına ulaşmaya çalışmanın müthiş tehlikesini şu iki mısrada görüp ürpermemek elde mi? “Sakın incitme bir cânı / Yıkarsın arş-ı Rahman’ı!”

Merhamette güneş gibi

Güneş, gökyüzünden yeryüzüne ulaşıncaya kadar geçtiği yerlerdeki varlık ve canlıları da ışıtır ve ısıtır. Hiçbir varlık arasında ayrım yapmadan ışığını ve ısısını herkese ve her şeye karşı ikram eder. Mevlâna hazretleri de, insanlığa seslenirken bu güzel benzetmeyi yapmaktadır. Çünkü Güneş’in sahibi olan Allah bütün canlılar için aynı merhameti göstermektedir. Dolayısıyla güneş de Yaratıcısının emrinde ve isteği doğrultusunda hareket ederken, insanoğlu gücünü nereden alıyor da bu dairenin dışına çıkma cüretini gösterebiliyor?

Yolda kalmış olanlar için ıssız dağ başlarına hanlar yaptıran, kanadı kırık yaralı kuşlar için kuş evleri imar eden, bir çiçeğin de canlı olduğunun idrakiyle onu koparmaya kıyamayan, bir ağacı budarken bile acısını hisseden insanlığın nesline bugün neler oldu? Neleri nerelerde ne uğruna yitirdi ki, öz ana-babasını boynu bükük bir şekilde kapı dışarı ederken ya da bir hiç uğruna en yakınını öldürmeyi göze alabilirken yüreğinde, vicdanında bir sızı duymaz duruma geldi?

Kalpleri bu derece katılaştıran, hissiz ve duyarsız kılan sebepler nelerdir? Sadece kendi varlığı için var olmaya çalışan, yolda yürürken önünde düşen bir hastaya, bir yaralıya dönüp bakmadan yoluna devam eden insanların etrafımızda çoğalmasını hangi gerekçeler haklı gösterebilir ki?

Nerde görsen gönlü kırık

Bütün bu soru cümleleri kurulurken elbette ki cevaplarını kendimizden beklediğimiz gibi, sorular da nefsimize sorulmuş kabul edilmelidir. Eleştirilen, sorgulanan tutum ve davranışların uzağında değiliz. Buradaki muhasebe önce kendi vicdanıyladır yazıcının. Okuyucunun da öyle olmalıdır.

Kaybolan birçok değerden, eriyen insan yanımızdan biri merhamet duygusu. Gerçek odur ki, bizler başkaları için veremediklerimizi başkalarından bekleme hakkına sahip olamayacağız. Yüce buyruk da öyle değil mi? Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Yeryüzündekilere merhametsiz olanlara göklerdekilerin de merhamet etmeyeceği uyarısı, çağlar boyu yankılanıp kulaklarımıza kadar ulaşırken, bu nidayı duymazdan gelmek, bizi biz olmaktan uzaklaştırmaktan ve o büyük günde boynumuzu yere eğmekten başka bir şey kazandırmayacaktır. Burada kazanmış gibi gördüklerimiz, aslında kaybettiklerimiz olacaktır çünkü. İlâhi buyruk ve duyurularla birlikte, bu sırra mazhar olan nice gönül insanının da gök kubbeyi dolduran aynı anlamdaki çağrılarına icabet etmedikçe, yeniden silkinip kendine gelmedikçe, çağın fırtınaları karşısında göçüp giden insanî duygularımızın bıraktığı boşluğu ve mutsuzluğu maddi hiçbir varlığın doldurmadığını öğrendiğimizde vakit geçmiş olacaktır.

Gönlü kırık bir kimseye, diliyle yüreğiyle merhem olabilmenin, yolda kalmış bir yolcuya hemdem olabilmenin verdiği yürek huzurunun genişliği kaç metrekare eve ya da iş hanına sığabilir ki? İnsan özüne, yaratılış gayesine sadık kaldığı sürece saadet bulur. Aksi takdirde mutsuzluk ırmağının kirli sularında ömrünü geçirmiş olacaktır. Öz ise, güzelliği ister. Yardımlaşmayı, paylaşmayı arzular. Ve bu güzel duygular davranışa dönüştüğü sürece de insan gerçek anlamda insan olma yolunda ilerler.

Rahmet yüklü bulut gibi

Ey rahmetini yüz parçaya ayıran! Sadece bir parçasını yeryüzüne indirerek en büyük payı kendinde tutan, merhametlilerin en merhametlisi! Senin merhametin olmasaydı anne yürekleri şefkat timsali olarak bilinmeyecekti. Senin merhametin bir annenin çocuğuna olan merhametinden kat be kat fazladır. Gönüllerimizi merhametinle aydınlat, ısıt, yumuşat…

Uzak dağ başlarında unutmadığın fidanlara rahmetinin eseri olarak gönderdiğin bulutlar gibi… Bizim de dünya kuraklığında kurumaya yüz tutmuş, katılaşmaya, çoraklaşmaya meyletmiş gönüllerimizi merhamet yağmurlarınla yeniden yeşert, dirilt. Duymayan, hissetmeyen, acımayan kalplerimizi rahmet yüklü bulutlar gibi merhametinle kuşat. Rahmetinden ümidimizi, yüce merhametinden yüreklerimizi uzak eyleme.

Ey rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz! Rahman ve Rahim isimlerinin hakkı için bizlere merhamet et. Çağın bu dehşetli yangınından yaralanmış yüreklerimize merhem et. Ey merhametlilerin en yücesi! Merhamet... Amin ecmain inşallah Hacegan..
Hacegan__
Pzr Mar 04, 2012 5:00 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: YEŞİL EVREN 101 de Kompozisyon Yarışması

Dost bazan minik bir kuş
Bazan var olmayan sevgili
Kimi zaman saksıda bir çiçektir
Ama asıl dost seni senden çok düşünendir
Herkes seni terketse yalanlasada asla başkasına inanmayan sana sırtını dönmeyendir dost..
... Dost canda candır kanında kandır.
Dost senle enson lokmasını açda kalsa paylaşandır..
Herkesin seni önyargıyla terkettiğinde senin yanından ayrılmayan
Dünya tersine dönse asla dostum onu yapmaz diyendir..
Dost dertlere dermandır dost güneş gibidir gördüğünde içini ısıtır.Vefalı dostubulmak çok zordur .Vefalı sadık dost deryada inci gibi nadirdir o pırlanta gibidir..Gerçek dostunuz sizi her zaman sevendir her şeye rağmen sevgisi verdiği değer artandır..Böyle dostunuz sevdiğiniz sevgiliniz varsa dünya üstünüze gelse vız gelir..sizonla dünyaya meydan okursunuz ..selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Pzr Mar 04, 2012 9:59 pm
 
Foruma git
Konuya git

ŞÜKREDELİM.....

Allah'ın kulları üzerinde çok büyük nimetleri vardır ancak pek çok insan bunu düşünmez ve şükretmez. İnsanlar çoğu zaman, sahip olduklarını kaybettiğinde değerini anlar ve kıymet bilmediği günler için pişmanlık hisseder.


Sadece nefes almak dahi başlı başına bir nimettir. Böbreklerin kanı süzmesi, kalpteki kanın pompalanması, midenin yediklerimizi öğütmesi, barsakların boşaltıma hazır hale getirmesi vs... Bütün bunları kendi kendimize yapmak zorunda olsak, o zaman dünyevi hiçbirşeyle ilgilenemezdik. Çünkü yaşamımızı sürdürmek için gerekli herşeyi kontrol etmekten başka birşey düşünmeye ve yapmaya zamanımız kalmazdı.


İki böbreğimiz yaşamımız boyunca vücudumuzda dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Bu işlemlerin hepsi, milyarlarca insanın her birinde aynı şekilde gerçekleşir. Hücrelerin tüm bunları yapacak akla kendi kendilerine ya da tesadüfen sahip olduklarını iddia etmek elbette mümkün değildir. Hücrelere bu aklı veren, nasıl davranmaları gerektiğini onlara ilham eden herşeyi kontrolü altında tutan Allah'tır. Allah'tan başka bir güç yoktur.


Böbreklerin işlevlerini yitirmesi ya da yetersiz kalması durumunda da yerine vücudun arıtma sistemi olarak çalışmak üzere diyaliz makineleri geliştirilmiştir. Boyutları böbreklerle kıyaslanamayacak kadar büyük olan bu makinelerde, doğduğumuzdan beri kontrolümüz dışında çalışan iki küçük böbreğin yaptığı işlemler 4 ile 6 saat arasında yapılır. Üstelik bu işlemlerin çoğu hastaya haftada iki veya üç kez uygulanır. Ancak en etkili diyaliz makinesi dahi hastanın ömrünü yalnızca bir kaç yıl uzatır ve iki böbreğin yerini asla tutmaz.


Allah bizim için vücudumuzda her an birçok mucizevi işlem yaratır. Daha annemizin karnında tek bir hücre halinde iken, bir süre sonra bizi oluşturan hücrelerin kimi kalp olmaya karar verir, kimi göz olmaya karar verir. Şuursuz hücrelerin biraraya gelerek son derece kompleks organlara dönüşmesi Allah'ın izni ve dilemesiyle olur. Allah'ın emri ile kalbe dönüşen hücreler, son nefesimizi verene kadar atmaya devam ederler. Şuurlu olmadığımız uyku halinde dahi kalp hücreleri atmaya devam eder, bir kesintiye uğramaz. Bu, Allah'ın dilemesi ile gerçekleşen büyük bir mucizedir. Eğer nefes alma işlemini gerçekleştiren biz olsaydık, asla uyuyamazdık. Zira şuursuz uyku halinde nefes almayı hatırlamamız mümkün olmazdı.



Allah'ın devamlı kalbi attırması, nefes aldırması, tüm organlarımızı bizim kontrolümüz dışında çalıştırması çok büyük nimettir. Zira bizim, ne kalbin düzenli attırmaya gücümüz yeter, ne nefes alıp vermeye, ne de vücudumuzdaki kirli kanı süzmeye. Allah, nimetin devamlılığını sağlayarak insanlara merhamet etmektedir. Yüce Allah'ın yaratması, ayetlerde şu şekilde bildirilir:


Rabbinin Yüce ismini tesbih et, ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi', takdir etti, böylece yol gösterdi. (A'la Suresi, 1-3)

Allah pek çok ayetinde insanların çok az şükrettiğinden bahseder. Bu yazı bizler için şükürü hayatımıza ciddi anlamda sokmak için bir başlangıç olsun ve sahip olduğumuz her nimete durmaksızın şükredelim inşAllah.

De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23) Selam ve seygılarımla Hacegan...
Hacegan__
Pzr Mar 04, 2012 4:37 am
 
Foruma git
Konuya git

TÜRK OLMAK.....

Türk olmak,
Kıbrıs'ta, Hocali'de, Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırıma uğrayıp, yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.

Türk olmak
faşist olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıktığınca.
Türk olmak, 'demokrat ' ve 'cagdas'olmaktir, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıkmadığınca.
Türk olmak,
lisaninin Avrupa'da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini anlatamamaktır.

Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir suru asır önce Viyana'yı kuşattığı için ...
...ve hos görülmemektir, sadece kuşatıp, Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığı için.

Türk olmak,
Selanik'te Pontus Anıtı'nın, Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta'da papazin üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir.
Uç kıtadan donup, bir küçük yarımada da misafir muamelesi görmektir.
Sayisiz imparatorluk kurmak Türk olmaktır, ayni zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Türk olmak,
Arabaya koşulan ilk atin vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icat edildiği, her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta... kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak;
Troyka'dan bu yana, Sümer'den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yasamaktır.
Doğu Roma'yı da Bati Roma'yı da yıkıp, yeni Roma olan AB'ye girmeye çalışmaktır Türk olmak.


Türk olmak,
Mostra'da köprüdür,
Kerkük'te kaledir,
İstanbul'da Kızkulesi'dir,
Anadolu'da buğdaydır,
Çukurova'da pamuktur,
Ege'de tutun,
Karadeniz'de fındık,
Trakya'da ayçiçeğidir.


Türk olmak,
Çanakkale'de ölmektir.
Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanene taşımaktır.
Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlından helallik almaktır.
Sabahları odana rahmet dolsun diye, cami açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir.
Balkon kösesine kuşlar için, kisin ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır.
Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.

Türk olmak,
harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekeliğini reddedip...
tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile...
paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen...
yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak,
askere davul-zurna ile uğurlanmaktır...
belki de dönmeyeceğini bilerek.

Türk olmak,
annenin ardından" bir oğlum daha olsun, onu da göndereceğim" demesidir.
Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken "vatan sağ olsun" demesidir.
Türk olmak,
"Türk cayinda radyasyon olmaz" yalanları ile, "gusül abdesti alana aids bulaşmaz" yalanları ile yaşamaktır.
Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.


Türk olmak,
ecdadın yasadığı kıtlıktan dolayı, cayın yanında gelen sekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Ayni nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır.
Göz hakkına, diş kirasına saygıdır, Türk olmak.
Evindeki bir kap asin yarısını tanrı misafirine vermektir.
Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.

Türk olmak,
milli maçta ağlamaktır.
Ayhan Işık'a, Belgin Doruk'a asık olmaktır.
Türk olmak,
askını ölesiye sevmektir.
Askı için ölmektir, öldürmektir.
Sevdiceginin elini bir kez tutamadan toprağa girmektir.
En güzel ask şiirlerini yüreğinde hissetmektir.
Eşkıyaya türkü yakmaktır, Türk olmak.
Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.

Türk olmak
Yunus'u bilmektir, asık Veysel'i sevmektir.
Mevlana'yı, Hacı Bekas-i Veli'yi ve Hoca Yesevi'yi...
-tek bir satirini okumasa da-
yüreğinde taşımaktır.
Türk olmak,
saz çaldığında, ney üflendiğinde, kos dövüldüğünde ve kaval çaldığında yüreğinin derinlerinde bir sizi sezmektir...bir de Yemen Türküsü'nde...
Hayatin sana verdiklerine "nasip", vermediklerine "kısmet" demektir.
Her isin "hayırlısına" inanmaktır ve "feleğe" küfretmektir
ve ağlamamak için...
çok gülmekten çekinmektir.

Türk olmak,
Asya'da batili, Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yasamak, yaradilani Yaradandan oturu sevmektir.
Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki olu toprağını atabilmektir.
Türk olmak,
mahalle maçı için ayni saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir. Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir.

Türk olmak
en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
Zor istir Türk olmak.
Türk olmak,
Anadolu'da her düsen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan basak için şükretmektir.
Türk olmak,
medeniyetler beşiği Anadolu'da dik durabilmektir. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE Selam ve saygılarımla Hacegan....
Hacegan__
Pts Mar 05, 2012 8:09 am
 
Foruma git
Konuya git

DOSTLUK BİR KASA OLSAYDI

Dostluk bir kara olsaydı eğer, ben odamdaki duvardan bir parça alıp koyardım.O duvar benim ağladığımda üzüldüğümde, sevindiğimde, çekilmez olduğum, kimselere bir şey diyemediğim zamanlarda hep yanımda oldu.Ona bazen yumruk attım, üstüne kapanıp saatlerce ağladım,konuştum derdimi anlattım bazen hırçınlaştım ona elime geçeni fırlattım,sonra sırtımı dayadım hep dimdik arkamda durdu sırt verdi banaEn iyi sırdaşım oldu, kimselere vermedi sırlarımı kimselere söylemedi ağladığımı, üzüldüğümü .Dost dediğin
Dostun yüreğinden geçeni bilmeli

Dostunu karşılıksız sevmeli
Verecekse almadan vermeli
Dost dediğin
Yüreği kan ağlarken, dost için gülmeli
Dost dediğin
Kara toprak gibi sadık kalabilmeli
Dost dediğin
Sığınacak yerin yoksa kucağını açabilmeli Gerektiğinde bir kalkan olabilmeli
Dost dediğin
+++++ kurşuna göğsünü siper yapabilmeliBenim dostum
Yüreğimin sesini uzaklardan duyabilmeli
Dost o zaman dosttur

BELKİDE BUNLARI YAPICAK BİRİNİ BULAMADIĞIM İÇİNKİMSEYE DOSTUM DIYEMEDİM SAYGILAR.....
IIsibelII
Çar Mar 07, 2012 2:39 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: "dostluk bir kasa ise"

* İki arkadaş çölde yürüyorlardı. Yolculuk sırasında bir tartışma yaşandı ve arkadaşlardan biri ötekine tokat attı. Tokadı yiyen kişinin canı acıdı ama hiçbir şey söylemeden eğildi ve kuma şöyle yazdı:
“Bugün en iyi arkadaşım bana tokat attı.”
İki arkadaş bir vahaya gelene dek yürümeye devam ettiler ve vahaya gelince de suya girmeye karar verdiler. Tokadı yiyen kişi bataklığa saplandı ve kurtulmak için çırpınmaya başladı. Arkadaşı onu kolundan çekerek saplandığı yerden çıkardı ve yaşamını kurtardı. Tokadı yiyen kişi boğulmaktan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazdı:
“Bugün en iyi arkadaşım yaşamımı kurtardı.”
Tokadı atan ve arkadaşının yaşamını kurtaran kişi bu olay karşısında çok şaşırdı ve merakını yenemeyip arkadaşına sordu:
“Canını acıttığımda kuma yazdın neden şimdi taşa?”
Tokadı yiyen kişi bu soruyu şöyle yanıtladı:
“Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiçbir rüzgar silemesin.”
ACILARINIZI KUMA VE İYİLİKLERİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENİN....

Leydi ablam emeğine yüreğine sağlık.
Hacegan__
Pts Mar 05, 2012 7:44 am
 
Foruma git
Konuya git
cron