34 sonuç bulundu

Geri dön

3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK BAYRAMI.....

6000 yıllık tarihi boyunca Türk Milleti, hiçbir zaman milli benliğinden taviz vermemiş ve başka milletlerin güdümünde yaşamamıştır.

1944 yılında Rusların Almanlar karşısında zafer kazanması ile birlikte ülkemizde bazı aydınlar! Rusya’ya şirin görünmek adına komünizm propagandası yapmaya başlamıştır. Bu propagandaların dozu ne kadar artarsa artsın, Rusya’nın yanlış anlayabileceğinden korkan idareciler sessiz kalmış ve propagandaya müsaade etmişlerdir.

“Ben Türkçü bir Başvekilim” diyen dönemin Başbakanının, ülkeyi kızıl şafaklara uyandırmak isteyen kökü dışarıda beyinler karşısında suskunluğuna daha fazla tahammül edemeyen, büyük Türkçü-fikir adamı H.Nihal ATSIZ, çıkardığı ORHUN dergisinde, devrin başbakanına açık mektup yazar. Yayınladığı mektuplarda, ülkede komünizm adına yapılan ihanetleri, dönen dolapları, kurulan çarkı ve bu çarkı devlet eliyle besleyenleri ifşa eder ve “ben Türkçüyüm” diyen Başbakanı göreve çağırır.

Bu mektuplar Ankara’da Nuh tufanını andıran büyük bir gürültü kopmasına neden olur. Mektupta kendisine hakaret edildiği gerekçesi ile Sabahattin Ali, Sayın H.Nihal ATSIZ’ı mahkemeye verir.

Türkçülük-Turancılık davasının 2.celsesinin yapılacağı 3 Mayıs 1944 günü, binlerce Türkçü-Üniversite öğrencisi Atsız Ata’nın Ankara’da kaldığı otelin önünde toplanmış ve Türk Milliyetçiliğine bağlılıklarını haykırmışlardır. O güne kadar Anadolu’nun sesine kulak tıkayanlar, Milli değerlerden uzak yaşayanlar bu kalabalığın haykırışları karşısında irkilirler ve Türkçü-Turancı düşünceyi vatana ihanet gibi gösterip ülkede Turancı avına çıkarlar.
Milli Şef İnönü, yaptığı 19 Mayıs konuşmasında, Turancıları suçlar. Milli Şef’in ricasını emir telakki eden ve Rusya’nın gönlünü fethedebilmek gayesi ile harekete geçen dalkavuklar tarafından, binlerce gencin en vatansever duygularla ve büyük bir milletperverlikle yaptıkları yürüyüş bir isyan gibi gösterilir ve Türkçü-Turancı düşünceye inanların çile günleri başlar. Başta H.Nihal ATSIZ olmak üzere, aralarında “Bu Vatan Kimin” şiirinin şairi Orhan Şaik GÖKYAY, Prof. Zeki Velidi TOGAN, Alparslan TÜRKEŞ, O.Yüksel SERDENGEÇTİ gibi isimlerinde bulunduğu yüzlerce kişi tutuklanır ama bunlardan sadece 23 kişi sıkıyönetim mahkemeleri tarafından sorgulanır. Haksız suçlamalara maruz kalırlar. Aylarca çile çekerler ve mahkeme son bulduğunda en ağırı 10 yıl olmak üzere bütün sanıklar suçlu bulunur.

Çünkü bu dava birilerine gözdağı vermek niyetiyle açılmıştır ve suçlu olmasalar da sanıkların ceza almaları gerekmektedir. Türkçüler, Kürşad yürekliler davayı Askeri Yargıtay’a taşırlar. Askeri Yargıtay’ın başında, Orduda dürüst bir şöhrete sahip Orgeneral A.Fuat ERDEN vardır. ORG. ERDEN, İsmet İnönü’nün 40 yıllık samimi bir dostu olmasına karşın davayı usulden ve esastan bozar ve davayı yürüten mahkemenin taraflı davrandığı hükmünü verir. Ve Kürşad yürekliler uzun süren mahkemeler, işkenceler, hakaretler, linç girişimlerinin sonunda beraat ederler.

3 Mayıs’ı zindandan bayrama çeviren bu 23 kişinin, tabutluk denilen 2,5 m. yüksekliğinde, 40cm eninde, 50cm boyundaki hücrelerde başlarının üstünde 1500 watt ampul yandığı halde sorgulanmaları değildir. 3 Mayıs’ı zindandan bayrama çeviren, 23 Kürşad yürekli Türk Milliyetçisinin tırnakları sökülecek, gözleri görmeyi yitirecek, ağzından kan gelecek ya da açlıktan zafiyet geçirip hastanelik olacak derecede işkenceye maruz kalması da değildir. Ve o işkenceler, korkutmalar ve başlarına gelebilecek bütün felaketlere rağmen Türkçülük-Turancılık fikrine imanlarını inkâr etmemeleri de değildir.

3 Mayıs’ı zindandan bayrama çeviren, o güne kadar edebi ya da ilmi anlamdan öteye geçemeyen Türk Milliyetçiliği fikrinin ilk defa harekete dönüşmesi ve haykırılmasıdır. 3 Mayıs bir dönüm noktasıdır Türk Tarihinde. Yıllarca milli duygulardan koparılan, kendi öz değerlerine yabancılaşan kısacası Mankurtlaştırılmaya çalışılan Türk Gençlerinin isyanıdır 3 Mayıs. Bu tarihten sonra Türk Milliyetçiliği fikri siyasi arenaya taşınacak, edebi ya da ilmi olmanın dışında sosyal ve siyasi çözümleri de sunacak ve Milliyetçi Hareket doğacaktır.

Türk Milliyetçiliği fikrini tabutluklarda harekete dönüştüren bu Kürşad yürekliler kendisinden sonra geleceklere de hareketi devam ettirme görevi verirken; onlara Ülkü Bayrağının yanı sıra davayı besleyecek çilehaneleri yani Yusufiyeleri de miras bırakmışlardır.

Bu çilenin takipçileri Türk Milliyetçiliği sancağını yere düşürmemişler ve Yusufiyeleri, Taş Medreseleri terk etmemişlerdir.

Her yıl olduğu gibi bu 3 Mayıs’ta da; başta, Rahmetli Alparslan Türkeş, Atsız Ata, O.Yüksel Serdengeçti, O.Şaik Gökyay, Zeki Velidi Togan, R.Oğuz Türkkan olmak üzere, 1944 yılında çektikleri çilelerle ülkü gülünü besleyen, büyüten ve 3 Mayıs’ın dönüm noktası olduğunu bizlere aktaran ve bugünü bayram olarak kutlamamızı öğütleyen, bütün Türkçüleri minnetle anıyor, uçmağa varanlara rahmet niyaz ediyoruz.

Selam ile
TANRI TÜRK’E YAR OLSUN!
hatip_
Per May 03, 2012 6:02 am
 
Foruma git
Konuya git

BEN TÜRK'ÜM TÜRK BENİM....

Ben, Türk’üm. Benimle uğraşmamak, akıl gereği!
Ben milletim! Ben devletim! Ben devletli ve Peygamber(s.a.v.)’den duâlı bir milletim!
Dünya müslümanları benim, ben Müslümanım!
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyen, mazlûma merhâmetli, zâlime acımasız ve dininden dönenleri islâh etmek üzere yaratıldığı; Allah’ın onlardan, onların da Allah’tan razı olduğu Kur’an-ı Kerim’de -(Maide/54)- işâret edilen millet, benim!…
“Türklerle iyi geçininiz. Çünkü onlar için çok uzun süreli hâkimiyet söz konusudur.” hâdisi ile işâret edilen millet, Ben’im…
Ben, dünyanın dengesiyim!
Ben, tarih yapanım! Ben, kendilerine medenî diye iftirâ eden Avrupalı barbarlara, tarihi yazma görevi verenim!
Ben, halkçılık oynayan, işveli dolma kalemlerin yazdıklarını, okumaya tenezzül etmeyenim!
Ben, ”Bu memleket; dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu. Bu sahne en az yedi bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik doğanın rüzgârıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk doğanın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu sonra onlara alıştı. Onların oğlu oldu. Birgün o doğa çocuğu; doğa oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu… Türk budur! Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir!” diye, Muhteşem Türk Atatürk tarafından kitâbesi tarihe tekrâr yazılan milletim!
Ben, ”Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfâdıyım.”
Ben, “Biz biliriz bizim işlerimizi/ İşimiz kimseden sorulmamıştır.” deyip övünmeden tarihe nezâret etmiş tek milletim!
Ben, bir Genel Kurmay Başkanım’ın ağzından; “Halkımız metin ve milletine bağlı.” şeklinde târif edilerek, halkları milletleştirebilmekte mâhir tek milletim!
Benimle yaşayan huzûrlu olur. Huzûrlu kalır. Bana ihanet edenlerin yaşadıkları, ilerde yaşayacaklarının da habercisi olan, kindâr değil gerçek dindâr tek mütevekkîl milletim!
Ben, öldükçe çoğalan, çoğaldıkça Allah yolunda ölümü; “Onlara ölüler demeyiniz. Onlar diridirler.” Âyeti ile kabullenerek ölüm yarışına girenim!
“Ve dirildik ölümü öldüren bir ölüşle.” diye ölümü güzelleştirebilen milletim!
On üç bin yıldır dünyanın her yerine, tarihe emânet edip zamana kafa tutan kalıcı tamgalar vurarak medenîliğin, medeniyet yayıcılığının tek gönüllüsüyüm!
Demire su verip çelikleştiren, çelikleştirdiğim demirden yaptığım kılıçla çağ kapatıp çağ açanım! Aman dileyene kılıç vurmayan, mazlûma zûlmedene hesap soran tek milletim!
Ben Türk’üm. Türk ben’im!…
Türkçe durur, Türkçe vurur, Türkçe korurum!…
Dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir devresinde benden başka hiç bir millet; benim bağışlayıcılığımdan başka hiç bir sistem, 30.000 kişinin katiline tutsağı olduğu için bakmaz! İnsana bu kadar insan değeri verenim ben!
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” öğretisini yaşayarak, yaşatarak dünyaya öğreten milletim! Evrensel insan haklarının ilhâm kaynağıyım ben!
Benimle uğraşmamak akıl gereği!…
Durgunluğum, suskunluğum aczimden değil! On bin yılı aşkın yaşımla teâmüllerim gereği; her şeyi, her ihtimâli göz önünde bulundurarak kurgulanmış her plâna karşı plân hazırlayarak davrandığım için, durgun zannedilirim!
Beni tanımayanların binlerce yıllık basîretsizliklerine gülerek, aşacağım-taşacağım günü beklemekteyim!
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” tarifini hak eden millet, Ben’im!
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.” vakârımla duranım!
Ben Türk’üm. Türk, ben’im!…
“TÜRK’ÜM. BU AD, HER ÜNVANDAN ÜSTÜNDÜR.”
Selam, sevgi, dua
Bahtiyar_34
Pzr Nis 29, 2012 10:05 pm
 
Foruma git
Konuya git

TÜRK OLMAK.......

Aslında çok şeydir, Türk olmak. Türk olmak, Osmanlı’nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi. Kosova’da ve Bosna’da, Batı Trakya’da ve Makedonya’da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.

Türk olmak Kıbrıs’ta, Hocalı’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp, yapmadığın soykırımla suçlanmaktır. Türk olmak faşist olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıktığınca. Türk olmak demokrat ve çağdaş olmaktır, vatanına, yurduna, tarihine sahip çıkmadığınca.

Türk olmak lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini anlatamamaktır.

Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir sürü asır önce Viyana’yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir, sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığın için.

Türk olmak Selanik’te Pontus Anıtı’nın, Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.

Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Arabaya koşulan ilk atın vatanında, ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, yazının bulunduğu, paranın icad edildiği her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta, kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak; Troya’dan bu yana, Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.

Doğu Roma’yı da Batı Roma’yı da yıkıp, yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır Türk olmak. Türk olmak, Mostar’da köprüdür, Kerkük’te kaledir, İstanbul’da Kızkulesi’dir, Anadolu’da buğdaydır, Çukurova’da pamuktur, Ege’de tütün, Karadeniz’de fındık, Trakya’da ayçiçeğidir.

Türk olmak Çanakkale’de ölmektir. Çanakkale’de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanene taşımaktır.

Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlından helallik almaktır. Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.

Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.

Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek. Türk olmak, annenin ardından “bir oğlum daha olsun, onu da göndereceğim” demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken “vatan sağ olsun” demesidir.

Türk olmak “Türk çayında radyasyon olmaz” yalanları ile, “gusül abdesti alana aids bulaşmaz” dolanları ile yaşamaktır. Her hükümetin enkaz devraldığı, ama asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.

Türk olmak, ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. Aynı nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. Göz hakkına, diş kirasına saygıdır Türk olmak. Evindeki bir kap aşın yarısını tanrı misafirine vermektir. Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.

Türk olmak, milli maçta ağlamaktır. Ayhan Işık’a, Belgin Doruk’a aşık olmaktır. Türk olmak, aşkını ölesiye sevmektir. Aşkı için ölmektir, öldürmektir. Sevdiceğinin elini bir tez tutamadan, toprağa girmektir.

En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. Eşkıyaya türkü yakmaktır, Türk olmak. Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak. Türk olmak Yunus’u bilmektir, Aşık Veysel’i sevmektir. Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Hoca Yesevî –tek bir satırını okumasa da- yüreğinde taşımaktır.

Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü’nde...

Hayatın sana verdiklerine “nasip”, vermediklerine “kısmet” demektir. Her işin “hayırlısına” inanmaktır ve “feleğe” küfretmektir ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.

Türk olmak, Asya’da batılı, Avrupa’da doğulu diye tepki görmektir. Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradandan ötürü sevmektir.

Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir. Türk olmak, mahalle maçı için aynı saatte, on kişi buluşamazken, milyon kişinin bir araya gelmesidir. Tavla oynarken bile kavga ederken, milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir.

Türk olmak, buhran zamanında Arjantin’de de mağazalar yağmalanırken, daha ağır buhranda sorumlusuna en ağır cezayı tek bir cam kırmadan sandıkta kesmektir.

Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.

Zor iştir Türk olmak. Türk olmak Anadolu’da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir. Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu’da dik durabilmektir.NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE. Selam ve dua ile Hacegan
Hacegan__
Per May 03, 2012 12:30 pm
 
Foruma git
Konuya git

TÜRKE KEFEN BİÇENİN.....

o dönemlerde yaşamak isterdim paylaşım çok güzeldi tşkrlr

leyl_nehhar
Pts May 02, 2011 9:31 am
 
Foruma git
Konuya git

İÇİMDEN GELEN DUA....

Bismillahirrahmanirrahim. Evren’in, canlı ve cansız her şeyin yaratıcısı büyük Allah’ım. Senin gücün karşısında tüm kainat boyun eğmiş ve seni tesbih ederken, kibirli şeytana uyup senden gaflete düşen biz aciz kullarına merhamet et affı bol, şefkatli Allah’ım.

Sen, gözlerimizi ve gönüllerimizi zenginleştir. Gözleri olup göremeyen, kalbi olup körelenlerden kılma bizi. İmandan sonra sapmaktan koru, nurunla aydınlat içimizi.

Yaşamımız, ölümümüz, sahip olduğumuzu sandığımız her şeyimiz senin, benim Ganiy Allah’ım. Mülkünü biz aciz kullarına lütfettiğin için şükürler olsun sana ya Rabbim. Güzel renkleri, kokuları, tatları, kutsal kitabımızı, dinimizi, güzel peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’i biz kullarına hediye ettiğin için çok şükür Allah’ım.

Tevbelerimizi, şükürlerimizi, dualarımızı, ibadetlerimizi kabul et, yanlışlarımızı düzeltmemizde bize yardım et ya Rabbim.

Şeytanın ve nefsimizin şerrinden bizi koru. Bizleri güçlü, sabırlı ve ibadette kararlı kıl benim Aziz Allah’ım.

Ölüm anında pişmanlık yaşatma. Ahirette nurları sağ yanlarında ve önlerinde Rabbine doğru koşanlardan olmamızı nasip et. Ateşin azabından koru bizleri. Cehennem ateşiyle değil, Allah aşkı ile yak bizleri. Adn ve Firdevs cennetlerinde, seçilmiş elçilerin ve mümin kullarınla beraber olmamızı nasip et Kadir Allah’ım.

Allah’ım, senin iznin olmaksızın bir yaprak dahi düşmez. Sen “Ol” dersin ve olur. Sen izin ver, müminler dünyaya hâkim olsun, sen izin ver kötüler yok olsun, sen izin ver imanımız artsın benim Cebbar Allah’ım.

Sabır ve hayırlarda mümin kardeşlerimizle yarışalım, iyiliği emredip kötülükten sakındıralım, öfkemizi yutalım, Allah sevgisi ve Allah korkusu ile yaşamımızın her anını Sana adayalım.

Ne olur “Ol” de olsun Allah’ım.

Hak yolunu bulmak için bize akıl ve düşünme gücü ver. Hak yolunda kalmamız için bize iman gücü ver. İnanıp salih amellerde bulunanlardan kıl bizleri.

Allah’ım mallarımız, canlarımız, sevdiklerimiz sana emanet. Bizleri tüm kötülüklerden, akılsızlıktan, gafletten, umutsuzluktan, vesveseden ve şerden koru ya Rabbim.

Tüm peygamberlere selam olsun!

Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür." (Araf Suresi, 126).Amin amin amin ecmain inşallah selam ve dua ile Hacegan.....
Hacegan__
Sal May 08, 2012 11:50 am
 
Foruma git
Konuya git

ŞEMS TEN İNCİLER

Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.


Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde belebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.

Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.


Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
sonumutt
Sal May 08, 2012 9:23 pm
 
Foruma git
Konuya git

HİDÂYET

İrşad etmek, doğru yolu göstermek, rehberlik yapmak. Zıddı; Saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir. Hidâyet kelimesi (HDY) kökünden bir mastar olup terim olarak; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir.

Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde hidâyet ve dalâletten söz edilmiştir!


"Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola girerse, kendi lehine doğru yola girmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim." (Yûnus, 10/108) "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek, hiç bir kimse bulunmaz." (er-Ra'd, 13/33)

"Biz, her Peygamberin karşısına, böylece mücrimlerden bir düşman çıkarmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter." (el-Furkân, 25/31)

İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar âyette şöyle uyarılır:

"İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim" (el-Bakara, 2/159, 160).

Cenab-ı Hakk'ın bazı kimselere hidayeti nasip etmemesinin sebepleri âyetlerde şöyle açıklanır: "Yalancılık ve küfürde ısrar etme" (ez-Zümer, 39/3). "Âşırı yalancılık" (el-Mü'min, 40/28). "Zâlim ve fâsık olma" (el-Âhkâf, 46/10, es-Saf, 61/5,7; el-Cum'a, 62/5; el-Münâfıkûn, 63/6).

Bir kimsenin, Allah dilemedikçe, Peygamber'in istemesiyle hidayete kavuşamayacağı ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey Muhammed şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O, hidayete erecekleri çok iyi bilir." (el-Kasas, 28/56) "Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir." (el-Bakara, 2/272)

"Sen ne kadar istesen de yine insanların çoğu inanmazlar." (Yûsuf, 12/103)

Buhârî ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, yukarıdaki ilk ayet Allah Rasûlünün amcası Ebû Talib, Rasûlullah (s.a.v)'i korur, ona yardım eder, bu yüzden Hz. Peygamber onu tabiî bir sevgi ile severdi. Ölümüne yakın, yanına gelerek şöyle demişti: "Ey amca, Allah katında kendisiyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; Allah'tan başka ilâh yoktur kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söylemedi. (bkz. İbn Kesîr, el-Kasas 56. âyet tefsîrî). Ölümünden sonra, Hz. Peygamber'in, onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir: "Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın hısımları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz." (et-Tevbe, 9/113)

Sonuç olarak, bir kimse hidâyeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, salih amel işlemelidir. Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık yolu gösterir.
MelekNur
Çar May 09, 2012 7:02 am
 
Foruma git
Konuya git

LÜTFEN DİKKAT....

İçinizde bir sıkıntı hissediyor, Allah’ın ilhamı olan vicdanınızın yaptığı Rahmani uyarıyı dinlemiyorsanız..

İçinizden Kur’an’a uygun olmayan düşünceler geçiyorsa...

Allah’ı anma konusunda gevşeklik gösteriyorsanız...

Allah’ın sınırlarını korumaya, buyruklarını yerine getirmeye özen göstermiyorsanız...

Planlarınız Allah’ın hoşnutluğu dışında farklı bir amaca yönelikse...

Kendi çıkarlarınız diğer müminlerin çıkarlarından daha öncelikliyse...

Kendinize ya da bir başka mümine yönelik kuşkunuz/kötü zannınız varsa...

Özel olduğunuzu, yerinizin doldurulamayacağını düşünüyorsanız...

Yaşadığınız olaylar karşısında haksızlığa uğradığını düşünüyorsanız...

Yaptığınız özverili davranışların insanlar tarafından bilinmesini, bundan söz edilmesini istiyorsanız...

Sevdiğiniz bir şeyden özveride bulunmanız gerektiği halde, bahaneler üretiyorsanız...

Dünya malına karşı hırsla bağlılık duyuyorsanız...

Gelecek korkusu taşıyorsanız..

Kur’an’la uyarılmaya karşı tahammülsüzseniz...

Allah’a, dine düşman birine karşı içinizde sevgi ve bağlılık duyuyorsanız...

Kur’an okumak, dua etmek ya da salih amellerde bulunmak için vaktiniz olmadığı mazeretine sığınıyorsanız...

Eğer hissettiğiniz sıkıntı buradakilere benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, apaçık düşmanınız şeytan yanı başınızda demektir.

Tüm bu düşünceler de size değil, şeytana aittir; onun, sizi saptırmak amacıyla kalbinize fısıldadığı sözleridir.

Şimdi... Neden Allah’a neden sığınmıyor, şeytanın sizi ele geçirmesine izin veriyorsunuz?

Ayetteki uyarıya dikkat edelim:

"Şüphesiz, kışkırtılıp-saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin BENİM KULLARIM üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur." (Hicr Suresi, 42)

Allah, şeytanın kışkırtıp-saptıramadığı insanları "BENİM KULLARIM" olarak tanımlarken, siz şeytana mı aldanıyorsunuz?

(Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 201)

Düşünüp bildiniz... Çözüm açıktır; Allah’a sığınmak! Selam ve dua ile Hacegan..
Hacegan__
Çar May 02, 2012 12:44 am
 
Foruma git
Konuya git

Evli olsan da olmasanda

http://img2.xxxx.com/images/n/u/n/nun06/cck.jpg



Bu akşam eve geldiğimde Eşim Akşam yemeğini servis ediyordu. Elini tuttum ve ona söyliyeceğim şeyler olduğunu söyledim. Masaya oturdu ve sessizce yemeği yemeye başladı. Ve yine Gözlerinde o korkuyu gördüm.

Bir an da kasıldım ağzımı acamıyordum ama düşüncelerimi söylemem lazımdı. Ben boşanmak istiyorum. Sinirlenmedi Sözlerime karşılık vermedi, sadece sebebini sordu.

Bir cevap veremedim ve buna çok sinirlendi elinde ki Çatal Bıcakları fırlattı. Bana bağırdı ve Adam olmadığımı söyledi. Bu akşam tek kelime konuşmadık. Eşim bütün Gece ağladı. Farkındaydım Evliliğimiz ne olacağını merak ediyordu, ama onu tatmin edecek birşey söyliyemiyecektim. Ben jane'e aşık oldum, eşimi sevmiyorum artık.

Bu vicdan azabıyla bir Evlilik sözleşmesi hazırladım, Evi, Arabayı ve Şirkettin 30% ona vercektim. Sözleşmeye kısa bir süre baktı ve yırttı. 10 yıl hayatımı paylaştığım bu Kadın bana yabancı olmuştu. Onun harcadığı zamana ve enerjiye üzülüyordum, ama geri dönemezdim, Jane'e çok aşık olmuştum. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bu benim beklediğim bir tepkiydi. onun ağlaması benim hafiflememe sebep olmuştu. Bir süredir aklımdan geçiriyordum boşanmayı, bu fikir bende saplantı haline gelmişti ve şimdi bu duyguyu daha da güclü hissediyordum ve doğru karardı.

Bir sonra ki akşam eve geç gelmiştim ve Eşimi Masada yazı yazarken gördüm. Çok uykum vardı ve Akşam yemeğini yemeden uyumaya gittim. Jane ile geçirdiğim o kadar saat beni yormuştu. Bir ara uyandım ve onu hala yazı yazarken gördüm Masa da. Ama bu benim Umrumda değildi ve başımı cevirip uyumaya devam ettim. .

Ertesi sabah bana Şartlarını yazı halinde sundu. Benden hiç birşey istemiyordu, sadece boşanmamızı ilan etmek için 1 ay müsade istedi ve bu zamanda normal bir Aile gibi davranmamızı istedi. Bunun sebebi Oğlumuzun 1 ay sonra Sınavların olması ve bu dönemde ona bu yükü bindirmemekti. Bu kabul edilebilinir. Birşey daha vardı, benden onu Evlilik Gecesinde onu kapıdan içeriye nasıl taşıdığımı hatırlamaktı, ve 1 ay boyunca her sabah onu Yatak odasında Kapıya kadar taşımamı istedi. Kafayı yediğini düşündüm, ama son günlerimizin iyi gecmesi acısından, kabul ettim.

Sonra bu şartlardan Jane bahsettim, yüksek ses ile gülüp bunun çok sacma olduğunu ve eninde sonunda Boşanmayı kabul etmek zorunda kalacağını söyledi.

Eşimle boşanma konusunu açtığımdan beri Fiziksel temasda bulunmadık. Bu sebepten ilk gün onu kucağıma alıp kapıya götürdüğümde tuaf bir duygu yaşadım. Oğlumuz arkamızda duruyordu ve alkış yapmaya başladı 'Babam Annemi kucağında taşıyor' bu onu çok sevindirmişti, Sözleri canımı acıtmıştı... Yatak odasından Evin Kapısına kadar 10 metre taşıdım. Eşim gözlerini kapatı ve kulağıma'Oğlumuza boşanmamızdan bahsettme' diye fisildadı. Bende başımı öne eğerek tamam dedim, ve içime bir üzüntü çöktü. kapı önünde onu bıraktım Eşim Otobüs durağına gitti ve onu İşe götürecek olan Otobüsü bekledi. Bende tek başıma Ofise gittim.

2. gün bu oyunu oynamak bize daha kolay gelmişti. eşim başını Göğüsüme yasladı, ve onun kokusunu duydum. Birden Eşime uzun süredir bakmadığımı anladım. Ve onun Evlendiğim zama ki kadar Genc olmadığını farkettim. Yüzünde hafif cizgiler oluşmuş saclarına ak düşmüştü. Gecen yıllar öylesine yanından geçmemişt, O an kendime ona bununla neler yaptığımı sordum.

4. Gün onu kucağıma aldığımda bir güven duygusu yaşadım. Bu bana Hayatının 10 yılını Hediye eden Kadın.

5. gün bu güven duygusu daha da büyümüştü. bundan Jane bahsettmedim. Günler geçtikce onu taşımak daha da kolaylaşmıştı, belki de bu sayede yaptığım antreman dan dolayı dı bu.

Bir Sabah onu ne giyeceğini düşünürken izledim. İsyan ederk her gün kıyafetlerin biraz daha bol geliğini söyledi. Birden onun ne kadar süzüldüğünü ve kilo verdiğini farkettim. Demek ki onu her sabah daha kolay taşıyabilmemin sebebi buydu. Birden yüzüme yumruk gibi vurdu. Bu kadar Acıyı ve Üzüntüyü Kalbinde taşıyordu. farkında olmadan başını okşadım. O an Oğlumuz da geldi ve ' Baba Annemi taşıman lazım ' dedi. Bu hayatımzın bir parcası olmuştu, Babasının Annesini odadan Kapıya taşıması. Eşim Oğlumuzu yanına çağırdı ve ona sıkı sıkı sarıldı. Ben başımı cevirdim, son anda kararımdan vazgecmek istemiyordum. Onu kucağıma aldım ve Yatak odasından Kapıya kadar taşıdım. Elini enseme koymuştu ve ben onu sıkı sıkı tutmuştum. Tıpkı Evlendiğimiz gün gibi.

Artık Huzursuzlanmıştım bu kadar kilo vermesinden. Son Gün onu kuçağım da taşıdığımda hareket etmedim. Oğlumuz okuldaydı ve Eşime Hayatımızda ki yakınlığın ne kadar eksildiğini söyledim. Ofise gittim arabadan fırladım kapıyı kilitlemeden bunun için zaman yoktu. Her anın kararımı değiştirmesinden korkuyordum ve Merdiven den yukarı koştum, yukarı varınca Jane kapıyı actı. Ona Karımdan boşanmayacağimi söyledim.

Şaşkın bir ifadeyle elini anlıma koydu ve ' Senin ateşin mi var' diye sordu. Üzgünüm Jane ama ben artık boşanmak istemiyorum dedim. Evliliğimizin renksiz kalması sevgi eksikliğinden değil, birbirimizin değerini unuttuğumuzdan dı. Şimdi aklıma geldi ki, ona Evlendiğimiz Gün kapıdan içeri taşıyınca ömrümün sonuna kadar Sadakat yemini verdiğimi........ Jane olayı anlayınca yüzüme bir tokat attı ve kapıyı kapatarak ağlamaya başladı. Hemen aşağa koşup ilk Çicekciye gidip Eşime bir Buket çicek aldım, üzerinde ki Karta da'''Seni her Sabah hayatımın sonuna kadar taşıyacağim'''' .

Eve vardığımda yüzümü bir gülümseme kapladı, elimde Çiceklerle yatak odasına gittim ve Eşimi yatağın üstünde Ölü buldum. Eşim aylardır Kanser ile savaşıyordu ve ben Jane ile ilgilenmekten bunu farketmemiştim. Fazla yaşamayacağını bildiği için, beni Oğlumun bana negativ tutumundan korumaya çalışmıştı . En azından Oğlumun gözünde iyi bir Eş olarak kalmamı istemişti.

İlişkide ki küçük şeylerdir önemli olan. Villalar, arabalar çok paralar değil . bunlar hayatı kolaylaştırır ama asla Mutluluğun temeli olamazlar.

İlişkine zaman ayır ve ilişkinin güven ve huzur anlamına gelecek şeylere meşgul ol.

Mutlu bir beraberlik yaşa.
ZiCan
Per May 10, 2012 9:48 am
 
Foruma git
Konuya git

Yaşananları sorgulamayan bir toplum olduk.

Tarih tekerrürden ibarettir derler. Geçmişlerinden ders almayanlar, o acı günleri tekrar yaşamaktan da asla kurtulamazlar. Bir başka ibret de, başkalarının hatalarından ders almayanlar, aynı hataları kendileri yaşamaktan kurtulamazlar diyen atalarımız, gerçekten çok doğru söylemişler.


Ne yazık ki bugün bizler, geçmişten hiç ders almayan bir toplum görüntüsü ile yaşıyoruz. Ne yaşadıklarımızdan, nede geçmişte yapılan yanlışlardan dersler almadığımız o kadar açık ki. Bizleri yönetenlerin yaptıklarını, söylemlerini ne takip ediyoruz, nede söylediklerini akıl süzgecinden geçiriyoruz. Sizlere birkaç örnek vermek istiyorum. Vereceğim bu örneklerle, acaba bizleri yönetenler tutarlılık ve samimiyet testinden geçebiliyorlar mı, yorum sizlerin.


Daha dün, Türk silahlı kuvvetlerinin düşüncelerine, yaptıklarına, söylemlerine karşı çıkanlar, günümüzde sergilenen onca olayları unutarak, kendisine bağlı olarak çalışmış, Genelkurmay başkanlığı yapmış bir komutan, terörün başı ilan edildiğinde ses çıkarmayanları, savunmayanları bizler unutmadık. Bugün bazı kişiler, ya da bazı ne söylediğinin farkında olmayan basın mensubu, TSK ya karşı uygun olmayan sözler söylediğinde, yanlış anlamlara gelecek fikirler açıkladığında, dün söylediklerinin tam tersini yaparak, TSK yı savunmaya geçip, aşağıdaki sözleri söyleyenler, acaba bu sözlerinde ne kadar samimidirler?


(Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına, ağza alınmayacak hakaretler yapmak açık söylüyorum zavallılıktır.)


Bu düşünceye yürekten katılıyorum, TSK ya layık olmadığı sözleri söyleyenler, onları küçük düşürenler ZAVALLIDIRLAR. Ama daha önce ki silahlı kuvvetler farklımıydı? Bu güvene, bu övgüye bu savunmaya laik değil miydiler de, bugün çok üzücü bir durumdalar? Silahlı kuvvetlerimiz, dünde bugünde bizlerin göz bebeğiydi. Dün neyse bugünde aynı insanlar. Birkaç kişinin değişmesi, emekli olması bir bütünü farklılaştırmaz. Yapılan yanlışlar varsa bunlar kişiseldir, tümünü asla bağlamaz. Dün söylenenleri bizler unutmadık, bugün onlara yapılanları da gözlerimizle görüyoruz, şahit oluyoruz, yapılanları unutmamızda zaten mümkün değil. Peki, bu sözler, TSK yı savunur görüntüsü vermenin ardındaki düşünce ne olabilir? Doğrusu söyleyecek çok şeyler var. Her şey zamanı geldiğinde, su yüzüne çıkacaktır. Allah ın adaletinden kimse kaçamaz.


Hatırlarsanız Sayın Başbakanımız, bedelli askerlik için ne demişti seçimden önce?

(Ben Tayyip Erdoğan olarak, böyle bir sorumluluğunun altına giremem. Parası olan var, olmayan var. Parası olan bastıracak kurtulacak, parası olmayan askerliği yapacak. Seçimden sonra referanduma götürürüz.)


Peki, seçimden sonra ne oldu? Tüm söylenenler unutuldu ve parası olan bir gün bile askerlik yapmadı. İşte bizleri yönetenler, işte halkımızın tepkisizliği. Bu tür davranışlar acaba eğitimli, bilinçli, kendisini yönetenleri özgür iradesi ile seçen toplumlarda olur mu? Yorum sizlerin. Neye layıksak, Allah onu verecektir.


İçinde bulunduğumuz durumun, tedirgin edici düşündürücü haline, bir örnek daha vermek istiyorum. Ülkemizin de kabul ettiği, Kredi derecelendirme kurumu, şöyle bir açıklama yaptı ve Sayın Başbakanımız çok sert tepki gösterdi.


(Kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor's'un, Türkiye'nin ''pozitif'' olan kredi notu görünümünü ''durağan'' olarak revize etmesine, Başbakan Erdoğan sert tepki gösterdi. )


Aynı kuruluş, geçmişte ülkemizin notunu çok daha kötü durumlardan, daha yüksek konumlara getirmiş ve bu kuruluşun verdiği notlar, değerlendirmeler hükümet ve bazı basın kuruluşları tarafından, çok olumlu delil olarak gösterilmişti halka hatırlarsanız. Ama bazı kesim tarafından hayretle karşılanıp, tıpkı Başbakanımızın bugün söylediği gibi, siyasi bir karar diyerek, ne değişti de notumuz yükseldi, diye itiraz edenler olmuştu.


Peki, bu kuruluşun ülkemizin notunu indirmesini, Sayın Başbakanımız nasıl karşıladı ve ne tür bir üslupla cevap verdi dersiniz? Basından alıntılar yaparak, hatırlatmak istiyorum.


(Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Standart&Poors'un Türkiye'nin kredi notunu pozitiften durağana çevirmesiyle ilgili olarak, ''Bu tamamen ideolojik bir yaklaşım. Bunu kimse yutmaz. Bunu sen Tayyip Erdoğan'a yutturamazsın'' dedi.


''Standart&Poors bir açıklama yaptı. Ben bunu çok garipsedim. Neden derseniz, pozitifte olan Türkiye durağana indi. Neye göre sen bunu durağana indiriyorsun? Çünkü belli bir süre pozitifte kalan bir ülkeyi artırması gerekirken, bakıyor ki Türkiye'yi artırırsam ideolojik olarak bu bize sıkıntı doğurur. Biz bunu durağanda tutalım


Bu hesabı biz de az çok biliyoruz. Şu anda alan el, olmayan veren el olan bir Türkiye var. Sen bu Türkiye'nin kalkıp da kredi notunu durağana indirirsen, bunu yemezler. Ve bunun bedelini 'Ben artık seni kredi kuruluşu olarak tanımıyorum' demek suretiyle açıklarız.)



Tüm söyledikleri doğru olabilir. Yani siyasi amaçlı yapmış olabilirler. Çünkü onlardan beklenir. Peki, daha öncede Türk toplumu işsizlikle, açlıkla mücadele ederken, hiçbir şey değişmemişken kredi notunun birden bire yükselmesini, neden övgüyle topluma anlattınız ve bunu örnek gösterdiniz? Artan ihracatın, halkın cebine ne faydası oldu? Ya ihracattan fazla yapılan ithalatı, nasıl açıklayacaksınız?


Ülkesinde yatırım olmayan, bol ve ucuz üretim yapamayan ülkeler, ithal etmekten başka çaresi yoktur. Bugün kullandıklarımıza bakalım isterseniz, acaba hangisi Türk malı? Daha da ilginci, üzerinde Türk malı yazanların içinde, Çin malı olduğunu görmemiz, bizlerin ne halde olduğunu çok iyi özetliyor. Başkalarına kızmak yerine, önce yaptıklarımızı gözden geçirelim.


Kalkınma hızında, ülkeler arasında neredeyse ilk sıralara geldiğimizi açıklayan hükümet, acaba ne kadar samimi? Kalkındık ama toplum olarak, hala işsizlikte öndeyiz. Kalkınan halk mı, yoksa küçük bir azınlık mı? Enflasyonu rakamlar ile oynayarak düşürdüğümüzde, ortaya çıkan acıklı tabloyu, halk fark etmiyor mu sanıyorsunuz?


Kapitalist yönetimin çöktüğünü, hala fark edemeyenlere söyleyecek sözüm yok. Amerika zorlukla ayakta duruyor. Avrupa can çekişiyor. Ama bizler hala onların peşi sıra giderek, ne derece yanlış bir yol izlediğimizin farkında bile değiliz.


Toplumun genel çoğunluğunun aldığı ücret, fakirlik sınırının da altında. Sendikaların sözü bile geçmez oldu. Çünkü ülkemizde sendikalı işçi kalmadı da ondan. Devlet eliyle güvencesiz bir toplum yaratıldı. Sözleşmeli memur, sözleşmeli işçi adı altında. İşverenin ya da devletin, bir tek sözü ile işten atılan, bir toplum olmakla mı övünüyoruz? Bumu bizlerin kurmaya çalıştığı adaletli, huzurlu düzen?


Geçen gün 1 Mayıs işçi bayramı kutlandı. Ben işçi olsam, işçi bayramını geçmişte olduğu gibi, mutlu ve coşkulu kutlamazdım. Çünkü artık ülkemizde işçi diye bir sınıf neredeyse kalmadı. İşçi sınıfının adı bile anılmıyor. Siz hakkını aramak için, greve giden bir iş yerini duydunuz mu? Duyamazsınız buna yeltenenler, hemen susturuluyor engelleniyor. Hakkını aramaya kalkanlarda hemen işten atılıyor. İşçi kardeşlerimiz, 1 Mayısı YAS günü ilan etmelidirler. Çünkü artık işçi sınıfı, ne yazık ki can çekişiyor. Bu acı ve keder ortamında, yapılan haksızlıklar karşısında, bayram değil ancak YAS tutulur.


Sayın Başbakanımızın, derecelendirme kuruluşuna verdiği cevapta, asıl yadırgadığım üsluptur. Bu üslup, gerçekten ülkemiz halkını korkutuyor, ürkütüyor. Bırakın ülkemizin halkını tedirgin ettiğini, artık Dünya farkına vardı, onları da ürkütüyor.


Sayın Başbakanımızın verdiği bu cevabın, bir cümleyle özeti, benim istediklerimi söylemediğiniz an, sizi yok sayarım. İşte bizleri yönetenlerin, rakipsizliğinin, denetimsizliğinin, kontrolsüz gücün tek elde toplanmasının yasama, yürütme ve yargı erklerinin, özgür olmamasının getirdiği büyük tehlike. Allah yardımcımız olsun.


Başbakanımızın bahsettiği kredi kuruluşu şimdide, geçmişte de siyasi kararlar vermesi muhtemeldir, bunda hiç şüphe yok. Geçmişte notumuzu yükselten aynı kuruluş, acaba birden bire neden yükseltti notumuzu diye neden sormadık, araştırmadık? Siyasi amaçlarla yükseltmiş olamaz mı? On yılda, toplum içinde işsizliğe çare mi bulundu? Devlet hangi yatırımları yaptı, sattığı kitler karşısında? Yaptıkları yollarla övünenler, toplumun sofralarına koyacak lokmaların, nasıl eksildiğinin farkında mı acaba. Emekli, memur, işçi daha refah mı yaşıyor düne göre? Hastanelerde tüm sorunlar mı çözüldü, yoksa sorunlara yeni problemler eklenerek, koskoca bir dağ mı oluştu. Adalet mi sağlandı bu ülkede, yoksa korku imparatorluğumu çöktü toplumun üstüne?


Ülkemiz de kalkınma hızının arttığı ile övünenler acaba halkın, işçinin, memurun refahının, alım gücünün arttığını söyleyebilirler mi? Toplumda mutlu azınlığın arttığını, zenginin daha zengin olduğu, fakirin daha fakir bir yaşam sürdüğünü bizlerin göremediğini mi zannediyorlar? Belki toplumun bir kısmını, geçici olarak herhangi bir nedenle aldatabilirler, ama onlarda bir gün Allah ın izniyle, her şeyin farkına varacaklardır. Allah ın adaletinden kimse kaçamaz.


Kredi derecelendirme kuruluşuna verilen cevap, aslında çok düşündürücü ve ibret dolu düşünene, düşünmek isteyene. İşimize geldiğinde bu kuruluşu kabul edeceğiz, işimize gelmediğinde, onu tanımamakla tehdit edeceğiz. Ne yazık ki bugün ülkemizin her safhasında aynı politika uygulanmaktadır. Böyle bir politika, elbette bir gün iflas edecektir. Hiç kimsenin yaptığı adaletsizlik, yanına kar kalmamıştır.


Bizler ne geçmişten, nede yaşadıklarımızdan ders almayan bir toplum olduk. Elbette bunun nedenleri vardır. En önemli nedeni eğitimsizlik ve düşünmeyi, karar vermeyi başkalarına bırakmamızdan kaynaklanmaktadır. Allah özgür iradeyi ve aklı bizlere vererek, akıl, mantık ve Kur’an ın önerileri ile yaşamamızı ister bizlerden. Ama bizler aklı ve Kur’an ı bir kenara bırakıp, akılla Kur’an ı anlayamazsın mantığıyla yaşadığımız içinde, doğruyu bulmakta zorlanır bir toplum olduk. Aklını kullanmayanlara da ibretlik bir cevabı vardır Yaradan ın. Yunus suresi 100. ayetinde şöyle uyarır bizleri.


(Akıllarını güzelce kullanmayanları, Allah pislik içinde bırakır.)


Bizler ne yazık ki, ne geçmişte söylediklerimizi hatırlarız, nede bugün yaptıklarımızı geçmişimizle kıyaslarız. Bir rüzgârın etkisiyle savrulur gideriz toz misali. Sizlere bir örnek daha vermek istiyorum. Birçok internet sitelerinden ulaşabileceğiniz bir bilgiyi sizlere, bugün yaşadığımız güncel bir konuyla karşılaştırmanız için tekrar hatırlatmak istiyorum. Hatırlatmamın nedeni, bizleri yönetenlerin izledikleri yol ve takındıkları tavrın, farkına varmamız adınadır.


Önce sizlere Fatih Sultan Mehmet in bedduası başlığı altında, bugün anlatılan bir rivayeti nakletmek istiyorum. Söylediğim gibi bu bir rivayet, doğru olup olmadığı tartışılır. Naklettiğim rivayet, Sayın Başbakanımızın belediye başkanlığı zamanında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi kaynaklı ve daha da dikkat çekici olanı, bu bilginin, kitabın ön sözünün Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan a ait olması. Lütfen dikkatle okuyunuz.



BEDDUA

''Fatih İstanbul'u alıp da, alayla Ayasofya önüne geldiği zaman, derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi.

Sakalları uzamış, hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler.

Niçin hapsedildin diye sordular? Keşiş fala baktığını ve kuşatma hazırlıkları sırasında Konstantin'in kendisini çağırıp, İstanbul'u Türklerin alıp almayacağını bildirmek için, remil atmasını söylediğini, remilde İstanbul'un Türklerin eline geçeceğini söylemesi üzerinde de, Konstantin’in kızarak onu zindana attırdığını hikâye etti ve şimdi karşınızda bulunuyorum, demek ki falım doğru imiş.

Bunun üzerine Fatih de İstanbul'un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil atmasını ve doğruyu söylerse, ödüllendirileceğini bildirdi.

Keşiş remil attı ve şöyle dedi:

- İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak, lakin öyle bir zaman gelecek ki emlak ve arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak.

Bu falın bildirdiği sonuçtan büyük üzüntü duyan Fatih ellerini kaldırarak, İstanbul'da edindiğim yerleri ecnebilere satanlar, Allah'ın gazabına uğrasınlar!' diye beddua etti.''

Kaynak şudur: A. Süheyl Ünver - "İstanbul Risaleleri"

Yayınlayan: İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Önsöz: Recep Tayyip Erdoğan



Yukarıdaki rivayetin, doğru olup olmadığını elbette bilemeyiz. Şahsi düşüncem Fatih gibi çok özel bir insanın, fala baktırarak konuşacağına ben inanmıyorum. Peki, bu örneği neden verdim. Önemli olan rivayetten kıssadan hisse çıkarmaktır. İstanbul Belediye Başkanlığı zamanında, Sayın Başbakanımız, bu anlatılana o zaman inanmış olmalı ki, Belediyenin yayınladığı bir kitapta bu rivayete yer vermiş. Bizzat Sayın Başbakanımız da önsözünü yazarak, topluma sunmuş, yayınlamış olması önemlidir.


Sayın Başbakanımız, eğer yine bizleri yöneten diğer Başbakanlarımızdan örnek alarak, dün dündür bugün bugündür diyerek, geçmişte düşündüklerine ve inandıklarına bir sünger çekiyor da, bugün ben çok farklıyım diyorsa, bu söylediklerim meclisten dışarı. Yok, eğer geçmişini inkâr etmiyor ve söylediklerine sahip çıkıyor ve inanıyorsa, sanırım Fatihin yukarıdaki rivayetine de önem veriyor demektir.


Bu durumda, bu hükümetin çok yakında çıkardıkları ve güncelliğini koruduğu, yabancılara arsa ve mülk satışını genişleterek, satışına izin verdikleri kanunu, bir kez daha düşüneceklerini, gözden geçireceklerini umut ederim. Gözden geçirmeyenlere de, Fatihin bedduasını hatırlatırım.



Fatih, peygamberimizin övgüsüne mazhar olan bir liderdi. Tahminlerini fallara, büyülere bağlayarak söyleyeceğine ihtimal vermiyorum, bu bizim inancımıza da uymaz. Ama gelecekte İstanbul un topla tüfekle yıkılamayacağını, ancak yanlış siyaset güden liderlerin hataları ile el değiştireceğini, hikâyede anlatılan keşişten, çok daha iyi, Fatih in tahmin edeceğine inanıyorum. İnşallah bu kıssadan bir hisse alırız.


Toplum olarak, bazı gerçeklerin farkına varamamanın acısını yıllardır çekiyoruz. Lütfen artık farkında olalım. Bizleri topla tüfekle yıkamayanlar, ülkemizi farklı yollardan ele geçirmenin planlarını yapıyorlar.


Bizleri yönetenlere, özellikle Sayın Başbakanımıza sesleniyorum. Bizim bizden başka dostumuz yoktur. Ne Amerika nın, nede Avrupa nın oyunlarına gelmeyiniz. Onlar vaat ettiklerinden, işlerine gelmediğinde hemen cayarlar.


Sen onların inançlarına tabi olmadıkça, onlar da senin yanında, senden yana asla olmazlar. Bu uyarıları lütfen hatırlayalım. Bu uyarılar Allah katından geliyorsa, bunun nedenlerini dikkatle düşünmeden hareket edersek, toplum olarak hüsrana uğrayacağımızı, çok acılar çekeceğimizi unutmamalıyız.


Liderler tarihe iki şekilde geçerler. Birincisi lanet ve nefretle anılan bir lider olarak, ikincisi toplumuna, halkına adaletle hükmeden, onlara mutlu ve huzurlu bir ortam hazırlayan bir lider olarak. Dilerim bizleri yönetenler, tarihe toplumunu adaletle yönetip, huzuru ve mutluluğu getiren, iyi hatırlanan liderler arsında olurlar.


Ülke olarak çok zorlu bir imtihandan geçiyoruz. Rabbim cümlemize yardımcı olsun inşallah. Dilerim toplum olarak gönül gözleri açık, aklını, mantığını, özgür iradesini bizzat kendisi kullanan, Rabbin halis kullarından oluruz.


Saygılarımla Haluk GÜMÜŞTABAK
halukgta
Per May 10, 2012 9:02 am
 
Foruma git
Konuya git

Menderes'in suçlarından birisi

Merhum Adnan Menderes’in önemli suçlarından birisini hatırlayalım.

Merhum, 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa’ya gider.
Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak;
- “Osmanoğulları ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.
Büyükelçinin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes, büyük bir hayıflanma içerisinde;
- “Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin” der. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir.
Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner.
Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamid Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar.
Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır ve;
- “Anne ne olur affet bizi, geç geldik” der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;
- “Sen kimsin”? diye sorar. Menderes de;
- “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım” der.
- “Ben başbakanım” sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır.
Menderes Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar.
- “Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar da;
- “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der.
Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.
Mektupta şunlar yazılıdır:
- “Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. Adnan Menderes.”
Menderes’in istifadan vazgeçmesi için epeyce uğraşılır ve hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla Menderes istifadan vazgeçer.
Dönüş:
İstanbul’a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid’in hanımı ve kızı da vardır.
Bir sabah erken saatte Teşvikiye’deki evlerinin kapısı çalınır. Kapıyı Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan açar. Gelen kişi Menderes’tir.
- “Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek isterim” der.
Başında tülbent elinde tespihiyle Menderes’i karşılayan Şefika Sultan;
- “Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz...” der. Başbakan da;
- “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk...” demesinden sonra Şefika Sultan;
- “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık” der. Menderes de;
- “Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duanızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim” der.
Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır. İşte Menderes’in amansız suçlarından birisi budur.
Hüseyin ÖZTÜRK

Ölümünden önceki son sözlerinden biri
Hiç küskün değilim. Hiçbir kırgınlığım yok. - Adnan Menderes
Mekanın cennet olsun...
Tutku
Per May 10, 2012 5:50 pm
 
Foruma git
Konuya git

Mevlana Celaleddin Rumi Sözleri

Dilini terbiye etmeden önce yüreğini terbiye et; Çünkü söz yürekten gelir, dilden çıkar.
Ne tükenmez hazinesin ey dil! Ne devasız bir dert!
Herkesin bir derdi var; Her derdin bir acısı.. Acılarım katlanılmaz değil ama , bir de tuz basanı var..
Bin sene de okusam, Ne biliyorsun diye sorsalar bana haddimi bilirim derim.
Seni Seveni Zehir Olsada Yut , Seni Sevmeyeni Bal Olsada Unut..!
Küsmek ve darılmak için bahaneler aramak yerine, sevmek ve sevilmek için çareler arayın.
Bırakacağın eli hiç tutma, Tutacağın eli ise hiç bırakma. Sahte sevgilere gül olmaktansa, gerçek sevgilere diken ol !!
Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne olur.
AŞK Acısı taşımayan Yürek ; Ya Deliye aittir, Ya Ölüye.
Minareden Düşenin Parçası Bulunur, Bulunur da; Gönülden Düşenin Parçası Bulunmaz ..!
Dost ise düşünme, ver ömrünü gitsin. Dost değilse, hiç bekletme yol ver gitsin.
Kabiliyetsiz olmak bir kusur değildir..Ama Karaktersiz olmak çok büyük bir kusurdur.
Aşk, ücreti ve karşılığı olmayan bir hastalıktır Aşk hükmetmez ; terbiye eder...!
Gönlümün sevmediğini gözüm neylesin .. Rabbim herkese gönülden seveni nasip eylesin..!
Her Canlının Ölümü Tadacağını,Ama Sadece Bazılarının Hayatı Tadacağını Öğrendim.Ben Dostlarımı Ne Kalbimle Ne de Aklımla Severim.Olur ya Kalp Durur Akıl Unutur Ben Dostlarımı Ruhumla Severim.O ne durur,ne de unutur...
Demir gibi cahili, altın gibi bilginden daha kıymetli yapan şey, ahlâktır.
Bozuk olunca maya; ne ar tanır ne de haya.
Ne gönlümün derdini sor bana, Ne sararan yüzümü sor bana, Ne içimin ateşini sor bana, Gel gözünle gör, gel artık.
Ey sevgili.. Biz seninle bir salkımın iki aşık üzümüyken, başka şişelerde şarap olmuşuz, başka hayallerde harap
sonumutt
Per May 10, 2012 11:10 am
 
Foruma git
Konuya git

KORKAĞIN AKLI, AKILSIZIN ÎMÂNI OLMAZ...

Dinci-dinsiz, liberal-sosyalist, "Kapitalist Nurcu"- Nurcu Aczmendi, Şövenist Kürtçü- Ermeni Diasporası, Dolma Kalemler- Karen Fogg Çocukları, II. Cumhuriyetçiler-Yeni Osmanlıcılar, kindârlar-dindârlar, Okumayan aydınlar-Rol bulamayan tiyatrocular- artistler, AKP'liler-CeHaPe'liler-PKK /KCK'lılar, AB'ciler-ABD'ciler, Haçlılar- Haçlı Müslümanlar, Sosyetik dilberler- Tesettürlü sosyeteler, hırsızlar-arsızlar, "Paranın dîni olmaz" öğretili "Babalar gibi satarım"cılar-"Vatanı bir çift güzel kadın cilvesine satarım"cılar, Korkak külhanlar- Psikopat korkaklar, v.s. pis örnekleri çoğaltabiliriz...

Ne kadar gayr-ı millî, teslîm olmuş esîr beyinli varsa demokratlaşmışlar, yetmemiş İleri Demokrat kesilmişler ve kalemle, ekranla, gazete-dergiyle, yalanla-iftirâyla Türk'e, Türk Milliyetçilerine saldırıyorlar!

Elinizden geleni ardınıza koyarsanız nâmertsiniz!

Bir adım geri basarsak ta biz nâmertiz!

Biliriz ki it, korktuğuna ürür!

Biliriz ki peşinden yüz it ürümeyen kurt, kurt değildir!

Biliriz ki hayvansever(!)lerin kısırlaştırıp sokağa saldıkları, soyunu kuruttukları küpeli itlerin ürümesi ses kirliliği yani gürültüdür ama kurt uluması tedbîr gerektirir!

Israrla söyleriz!

Yıllardır; bazen yalvararak, rica ederek, bazen nâra atarak; "Milletliğimizi hedefe aldılar! Türk Milleti karakterimizi, Türk Milleti birliğimizi koruyamazsak; bu onun bunun kapı kulları demokratların halkçılıklarına, "Halkların kardeşliği, Halkların eşitliği, Halklara özgürlük" terânelerini demokratlık sayıp kaale almazsak, aymazlığımıza devam edersek, millet halklara bölünürse içinde yaşadığımız anarşiyi, terörü mumla ararız! Millet, halkların birleştirilmesiyle olur. Milletin teşkilatlanmış haline devlet denir. Devletin kan-can pahasına sahiplendiği sınırlar çizdiği Vatan, Devletin sâbit ikâmetgâh adresidir. Biz; halkları, başlıya baş eğdirerek, dizliye diz çöktürerek milletleştiren erkiz, biz Türk'üz! Millet olmadan ne vatanın, ne de devletin esâmisi okunmaz! Türk Milleti silkin, Tanrı aşkına kendine dön!" diye söyler, söylenir, dolanırız!

Niye temcît pilâvı gibi aynı konuya vurgu yaptığımız hâlâ anlaşılmayacak mı?

Kur'ânın yasaklamadığı, hatta; "O'nun en büyük âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisânlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır." (Rûm-22) diye bizi Türkçe lisanımızla ve Türk tenimizle yaratıldığımızı Allah'ın buyurduğu, Hz. Peygamber'in;"Sizin en hayırlınız -kavminin zulüm ve haksızlıklarını desteklemek günahını işlemeden- kendi soyunu müdafaa eden kimsedir."(Ebu Dâvud, Sünen, IV, s.331, no: 5120) buyurarak soyumuzu-boyumuzu sevmemize izin verdiği bilinmesine rağmen; müslüman demokratların veya demokrat müslümanların, Haçlı ile veya Haçlı taşeronu bölücü alçaklarla elele Türk Milliyetçilerine saldırmaları, 40 yıl sonra yeniden Ülkücülere iftirâlara başlamaları, hâlâ birşey ifâde etmeyecek mi?

Doğru, eğriler içinde sırıtmaz mı?

Korktukları için biraraya geldiklerini bilmiyor muyuz? Korkaklar gruplaşıp öbekleşmez mi?

Korksunlar!

Korkularında haksız değiller!

Ne kadar görmezden gelseler de Tarih Öğretmen onlara, onbinlerce yıldır, bütün düşmanlarının Türk'e ne yapabildiğini veya bütün düşmanlarının Türk'ün zerbesiyle ne hâle geldiklerini öğretiyor!

Biliyorlar ve bildikleri için bir araya gelerek toplanıyor ve ne kadar kalabalıklaşırlarsa o kadar korkuyorlar!

Korksunlar!

Çünkü Tanrı'nın da yardımıyla Türk'ün hesap gününde, ilk yalvarmayı başaran korkaklar canlarını kurtarabilecekler biliyorlar!

Keşke kendilerine acısalar, korkakta akıl olmaz ama yine de akl'etseler ve Türk'ün muhteşem öfkesi kabarmadan baş eğseler, diz çökseler!

Aksi halde olan onlara olacak ve huzûrun ve asâyişin ve adâletin tanzîmi için alınan canların hesâbı bile tutulmayacak! Keşke bilseler...

"TÜRK'ÜM. BU AD, HER ÛNVANDAN ÜSTÜNDÜR."

Selâm, sevgi, dua....
hatip_
Pts May 14, 2012 1:26 pm
 
Foruma git
Konuya git

DÜŞÜNMEYE DAVET..

Allah insanı en mükemmel şekilde yaratmış ve birçok üstün özellik vermiştir. Yaratılmış canlılar içinde yalnızca insan düşünme, karar alma, düşündüğünü uygulayabilme, plan yapma, sonuç çıkarma gibi üstün zihinsel fonksiyonlara sahiptir.

İnanmayanlar, Allah’ın eşsiz sanatıyla yarattığı delilleri düşünmek bir yana, görmeden geçip giderler. Mümin ise, Allah’ın yarattığı delilleri görebilen insandır. Her incelikte Allah’ın gücü ve sanatı vardır; mümin görür, Rabb’ini tesbih eder ve O’na yakınlaşmaya çalışır.

Allah’ın kudretini layığıyla takdir edebilen insan, O’nun ilmini ve gücünü övüp yüceltir. Kalbi hep Rabb’i ile birliktedir. Allah’ın yaratma sanatının örneklerine yalnızca bakmaz; görür. Ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünür. Allah’a olan sevgisi ve korkusu artar.

Çeşit çeşit çiçekleri, kara topraktan rengârenk, muhteşem kokuda ve yaprakları ütülenmiş gibi çıkaran ve baktığında insana haz aldıran Allah’tır. Sulu meyveleri kuru topraktan çıkarıp sunan, yediğinde tat alabilmesini sağlayan Allah’tır.

Allah Kur’an’da birçok ayette, "düşünmez misiniz", "düşünenler için deliller vardır" ifadeleriyle insanı derin düşünmeye, tefekküre yönlendirir. Üzerinde düşünmek için ise yaratılmış sayısız “şey” vardır. Göklerde, yerde ve aralarında bulunan her şey insan için tefekkür vesilesidir.

Allah, “Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 11) ayeti ve birçok ayetle tefekkür edilebilecek bazı konu başlıklarını işaret eder.

Örneğin ayette söz edilen zeytin ağacı üzerinde düşünelim. Toprağa atılan bir tohumdan bir ağaç ortaya çıkar. Tohum, tahta parçasına benzeyen, ufak bir cisimdir ve içinde ait olduğu bitkinin bütün özelliklerini kapsayan bilgiler kodludur. Tohumun içinde bitkiye ait bütün bilgilerin, milyonlarca yıl saklanıyor olması sıradan bir konu olarak görülmemelidir.

Dahası tohum, yıllarca bir dolapta ölü olarak yaşayabilen ancak toprağa atıldığında canlanan tek cisimdir. Toprağa ekildiğinde Allah onu yarar, filizlerinin bir kısmı kökleri oluşturmak üzere yerçekiminin etkisiyle aşağıya, bir kısmı da güneş ışığından yararlanmak için yukarıya doğru uzanır. Bir insanın yaratılışı gibi tohumdan bitkinin yaratılması da mucizevi aşamalarla doludur ve Rabb’imizin sanatının delillerindendir.

Her tohum ne üreteceğini bilir; asla şaşırmaz. Örneğin yukarıda söz ettiğim zeytin tohumu, hangi cinse aitse o cins zeytini üretir. Tohumlara, taşıdıkları bilgileri yerleştiren, üstün güç ve ilim sahibi olan Allah’tır. O sonsuz ilim sahibidir ve toprağa atılan her tohum O’nun ilmiyle kuşatılmıştır. İnsan aşamalı ve derin düşündüğünde tüm bu önemli gerçeklerin bilincine varır.

Diğer yandan vücudumuz 100 trilyon hücreden oluşur. Her hücremizin çekirdeğindeki kromozom adlı kılıflarda paketlenen ve bize ait tüm bilgilerin kodlu olduğu DNA molekülü, 1 milyon ansiklopedi sayfasına eşdeğerde bilgi saklar. Kromozomların toplam kalınlığı 1 nanometre yani milimetrenin milyarda biri kadarken yaklaşık 1 metre uzunluğundaki DNA molekülünün bu küçücük bölgeye sığdırılmış olması, muhteşem bir yaratılıştır. Bilimsel konuları teknik olarak bilmek yeterli değildir. Üzerinde düşünmeliyiz ki Allah’ın kudretini ve benzersiz yaratmasını hakkıyla takdir edebilelim.

... Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 69).Selam ve dua ile Allah yar ve yardımcımız olsun inşallah amin ecmain Hacegan..
Hacegan__
Sal May 15, 2012 5:25 am
 
Foruma git
Konuya git

ATATÜRK VE DİN....

Sayın sanalkahve dostlarım bu zamana kadar ulu önderimiz Atatürkün din konusuyla ilgili olarak çok şeyler yazıldı çizildi kimine göre Atatürk din düşmanı ilan edildi yani herkes kendi tarafından bakıp yorumlar getirdi oysa Atatürk gerçek bir islam dinin yaşanması için elinden gelen her türlü çalışmayı yapan ulvu bir insandır.Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemekteydi. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. Bunun ilk adımını da Kur’an-ı Kerim’in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis’teki bütçe müzakereleri sırasında Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkanlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.

Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan "Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi" isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.
Atatürk, Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:

"Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın." Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir.

"Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik, doğruluk ve bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması, sanat ve ilim gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin, siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı, hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır" sözleri, onun bu düşüncesini yansıtmaktadır.

ATATÜRK diyor ki: "Mensubu olmaktan gönül doygunluğu duyduğumuz ve mutlu olduğumuz İSLAM DİNİNİ, asırlardan beri düşmüş olduğu POLİTİKA BATAĞINDAN ÇIKARIP TEMİZLEMEK ve yüceltmek GEREKTİĞİNİ GÖRÜYORUZ. KUTSAL VE İLAHİ olan İNANÇLARIMIZI ve vicdanımızı, NE İDÜĞÜ BELİRSİZ, ANLAŞILMAZ, VE her türlü MENFAAT VE ÇİRKEFLİĞE AÇIK POLİTİKADAN ve politikanın bütün organlarından bir an evvel ve kesin olarak çıkartıp KURTARMAK; milletimizin hem dünyadaki hem de ahiretteki mutluluğu için ŞARTTIR!.."
Bu noktada Atatürk’ün en büyük devriminin bugün bile hala tabu sayılan din konusundaki yaptığı bu açılımlardır. Kur’anın daha iyi ve doğru anlaşılmasına dönük meal-tefsir çalışması 1920 lerden bu yana bir adım bile ileriye gidememiştir. İnönü’nün devam ettirmeye çalıştığı bu devrim maalesef halktan pek de destek görmemiş ve Menderes iktidarıyla birlikte başladığı noktaya dönmüştür. Maalesef geleneksel İslam anlayışı galip gelmiştir.
Peki hal böyleyken Atatürk’ü dinin karşısında gibi göstermedeki murat nedir? Öncelikle bunu kimler yapıyor. Elbette halkın dinin ne dediğini anlamasını istemeyen din bezirganları.
Onlar ‘ne yapacaksın dinin ne dediğini, tespih çek, camiye git Arapça oku, dinin ritüellerini uygula kafidir’ demek suretiyle din üzerindeki hakimiyetlerini pekiştiriyorlar. Yani din bizim işimizdir ‘sen söylediğimi yap öteyi karıştırma’ diyerek kuranın asıl lafzını ıskalattılar halka. Mesela hutbe şükürler olsun ki Türkçedir, o da Arapça olsaydı nice olurdu halimiz! Oldu da fena mı oldu! Bence ezanın Arapça okunmasından gayri (çünkü onun anlamını herkes biliyor, bu namaza çağrıdır)her şey Türkçe olmalıdır, İslamiyeti arap-acem boyunduruğundan tedricen de olsa mutlaka kurtarmalıdır.
Böyle olunca huşu içinde Çalmaaaa, gıybet yapmaaaa, başkasının ırzına göz koymaaa, yanında çalıştırdığının hakkını koru parasını teri soğumadan veeer, aldığın borcu vadesinde ödeee, milletin parasını malını mülkünü koruuu, devlet erkini elinde bulunduruyorsan devletin varlıklarını kollaaa, hortumlamaaa, hortumlanmasına göz yummaaa, yalan söylemeee, komşularınla iyi geçiiin, insanları kolayca suçlu ilan edip cezalandırmaaa, haçlıyla birlik olup müslümanı vurmaaa, düşmanın da olsa iftira atmaaa, insana zulmetmeee, komşun açken sen tok yatmaaa, mülk allahındır deyip kıracın iki ay kira vermedi diye onu kapının önüne koymaaa, aşırı lüks haramdır lüksden kaçııın, ısraftan kaaaç, doğayı koruuu, hayvanı seeev, bilim adamını koruuu, miskin miskin oturma üreeet diyen dinin lafzını her gün tekrarlayan mümin, toplumda daha temiz yaşar, daha samimi…. daha insan herhalde.
Ve bence devlet eliyle yapılacak bir şüralar zinciri sonunda Kur’an Türkçeleştirilmeli ve şahıslar tarafından meal- tefsir yazımı yasaklanmalıdır. Mademki Kur’an tüm evren için gönderilmiştir, evrendeki her disiplin orada yer almalıdır. İlahiyatçılar, fizikçiler, biyologlar, yer bilimciler, kimyacılar, matematikçiler, sosyologlar, psikologlar, edebiyatçılar, dil bilimciler, tıpçılar, kozmologlar, astrofizikçiler ve ille de Arapçacılar, arap dilciler…
Adamın bunların hiçbirinden haberi yok meale tefsire soyunuyor. Sonra kıt bilgisiyle evrende ‘ters kare yasası var’ şeklindeki bir genellemeyi kurana dayandırmaya çalışırken bilmiyor ki dipol etkileşiminde ters kare yasası yok….
Önüne gelenin kendisinden önce yazılan meal ve tefsire dayanarak yeni bir yazım faaliyetine girişmesi sonucunda da Kur’an’ın dışında bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Bir mealin söylediği ötekinden çok farklı, bir tefsir diğerini yalanlıyor.
İşte Atatürk bunu yapmaya çalıştı. Yani hurafe, gelenek, safsatalardan arındırılmış, çağa uygun, insanoğlunun eriştiği medeniyet çizgisiyle uyumlu, bilimin ulaştığı bugünkü seviyede onunla çatışmayan… Kısaca akla ve mantığa dayanan gerçek din… Yani Kur’anın dini.
Rotasını Kur’andan almayan ve bilimden beslenmeyen İslamın dünyaya şamil olması mümkün değildir. Hayatına Kur’anın normlarını içtenlikle yerleştiremeyen insan da, gerçek İslamla şereflendirilmiş sayılamaz.Ulu önderimiz Atatürk ruhun şad mekanın cennet olsun inşallah selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Sal May 15, 2012 5:38 am
 
Foruma git
Konuya git

Günün Sözü

Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.

Paul Valery

Almira
Per Kas 17, 2011 11:46 pm
 
Foruma git
Konuya git

Günün Sözü

“Zafer; savaşta kovalayan, aşkta ise kaçan erkeğindir...”

Napolyon Bonapart

Almira
Çar Ekm 14, 2009 12:16 am
 
Foruma git
Konuya git

MÜRŞİDİ KAMİLE ULAŞMA.......

Peygamberimiz SAV efendimize ashabı soruyor;
—Biz sizden sonra kime, neye uyacağız kime inanacağız?
Cevap veriyor O güzel Peygamber
—Ben size bir kitap ve sünnetimi (sözlerimi), bir de ehli beytimi bırakıyorum… Diye cevap veriyor. Konuyu açıklamak için bize rehber olan peygamberimizin yaşamından bir örnek daha sunacak olursam sizlere ; Resûlullah, Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman kendisine sorar:
--“Sana bir dava geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?” Muaz RA cevap veriyor;
---“Allah’ın kitabıyla hükmedeceğim”
---“(Meseleyi Kitabullah’ta) bulamazsan?”
---“Resûlullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim.”
---“Ne Kitabullah’ta ve ne de Resûlullah’ın sünnetinde bulamazsan?”
---“Kendi kalbime danışacağım.”
Hz. Muaz der ki: “Bu cevabım üzerine Resûlullah (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurarak:
---“Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini memnun edecek usulde muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” buyurdular.
Ve O’nu Yemen’e İslamiyeti yayması, insanlara anlatması için görevlendirerek gönderdi. Oradaki insanlar bu Peygamberce atanan ilk öğretmen tarafından davet alınca akın akın İslamla şereflendiler.

Peki, Muaz Hazretlerinin cevabında olduğu gibi kalbe danışabilmek ve cevabı orada bulabilmek acaba her ademoğlunun harcı mıdır.? Yoksa bu yetiye sahip insanlar özel seçilmiş Allahın elçisinin elçisi; yani varisi nebiler midir?

Peygamberimiz bize kitap, sünnet ve ehli beytini miras bıraktığını söylemektedir. Ehli beyt göçüp gitmiştir bu dünyadan. Ancak onun varisleri, varislerinin de varisleri vardır. Kevser suresinde “İnne şanieke hüvel’ebter; Doğrusu sana kin besleyendir, soyu kesik olan!(ebter)” diye buyurmaktadır .. Peygamberimizin soyu kıyamete kadar varisleri, varislerinin varisleri vasıtasıyla devam edecektir. O asla Ebter değildir. Kuran!ı Kerimde bize Kevser suresinde, yüce Allah gayet net olarak bu durumu bildirmiştir. Peygamberimiz SAV bir hadisi Şerifinde der ki; ”Ben Allahu Subhânehu ve Teâlânın nurundan halk oldum. Ehl-i Beytim de benim nurumdan halk oldu, Ehl-i Beytimi sevenler de onların nurundan halk oldu. Diğer nâs nârdadır.”

Peygamberimizin yaşamından bir örnekte anlatılır; Eshâb-ı kirâm sordular:
“Ya Resûlallah! Ehl-i beyt kimlerdir? O esnada, İmam-ı Ali geldi. Mübarek hırkasının altına aldılar, Fâtıma-tüz-Zehra da geldi Onu da yanına aldılar. İmâm-ı Hasan geldi Onu da bir yanına, İmâm-ı Hüseyin geldi Onu da öbür tarafına alarak,
“İşte bunlar, benim Ehl-i beytim” diye buyurmuştur O güzel peygamberimiz..

Peygamberimizin soyu Hz Ali’den ve Ondan devam eden ehli beyti kanalı ile devam edecektir bu konuda pek çok hadis mevcuttur. Peygamberimizin ehli beyt olarak kabul ettiği kimselerle bağı mecazidir.Bu bağ bir soy ya da akrabalık bağı değil yalnızca Allah’ın bir lütfudur. Salmani Farisi (R.A) ve Vasil Bin Eska (R.A) Muaz Hazretleri gibi sahabelere peygamberimizin ehli beytinden oldukları müjdesi verilmiştir. Ve bunlar peygamber varisi Allah’ın veli kullarıdır. Somuncu baba bir Türk olmasına rağmen ehlibeyttendir daha niceleri vardır. Ehlibeyt bir ırkla sınırlandırılmamıştır zaten dinimizde ırk kavramı yoktur. Ölçü takvadır. Mevlana Hazretleri., Hacı Bayram Veli hazretleri, Cüneyt Bağdadi, Yunus Emre hepsi peygamber ailesinden ve ehlibeyttendir Allah hepsinden razı olsun şefaatlerine bizleri nail etsin.

Cennetin Efendileri vardır Peygamber efendimiz onları “Ben, Hz Ali Hz Hamza Caferi Sadık (R.A.), Hasan, Hüseyin, Abdullah ibni Ömer, Sa’d bin Muaz, Übey bin Kâb" diye sayar 12 imam cennet efendilerinden ve peygamberimizin soyundan gelen onun ehli beyti ve varisidir.Şimdiye kadar 11 imam gelmiştir. Son olarak ahir zamanda 12. imam gelecektir ve o da Mehdi Resuldür. Ve o hazreti Ali’ye fiziken de çok benzeyecektir. O’nun soyundandır. Peygamber varisleri diğer bir değişle ehlibeytten olan bu kâmil mürşitler aynı zamanda Kuran’ı Kerim’in tefsirini yaparlar, müctehitdirler..Yani; Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkarabilen İslâm hukukçusu alim kimselerdir…

Peki, günümüzde gerçek İnsan-ı Kamil’i nasıl ayırt eder nasıl anlarız nasıl buluruz sorusuna cevap ararsak Allah’ın veli kullarının bizlere sunduğu işaretleri izleri takip ederek onları bulmamız gerekir. Hırka-i Şerif; Miraç yolculuğundaki peygamberimizin giysisidir ve Peygamberimiz SAV efendimizce Veysel Karani Hazretlerine verilmesi istenmiştir..Bu bir tesadüf müdür?Mirac yolundaki bir giysinin neden Veysel Karani’ye verilmesini vasiyet edilmiştir. Mirac konusunu anlatan çok fazla ayet ve hadis mevcuttur. Peygamberimiz SAV Üveys’i tanımadığı halde Hz.Ömer (r.a) ve Hz. Ali(r.a) elindeki ve vücudundaki iki işareti söylemiştir. “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime dua etmesini bildirin.” Demiş ve hırkasının Veysel Karani Hz. götürülmesini vasiyet etmiştir. Veysin duasına nail olan ümmet kurtulacaktır. Buradaki hadisi şerife baktığımızda şefaat etme hakkının da Veys’e verildiğini görüyoruz.

Hz. Peygamber bir hadisinde;
“ Beni ziyaret etmek imkânına erişemediğinizde, kardeşim Veysel Karani’yi–Makamını-ziyaret ediniz.” buyurmuştur. Veysel Karani Hazretleri, Peygamberimize ait hırkayı almakla varisi nebi olarak ondan vekâleti devraldı. Ve sadece varisi nebi olmakla kalmayıp kıyamete kadar nefes ve nazarı ile nice kalplerin uyanışında görevli kılındı..İşte bu dünyada mürşidini bulamayanların Medine’ye gidip vakfeye durmasındaki hikmet budur.. O’nun nazarına uğramak ve O’nun nefesini duyumsayıp insanların kalp iklimlerinin uyanması için Müzdelife‘de vakfeye durmak hacda farz kılınmıştır.. Müzdelife kelimesi, kelime kökü itibariyle "yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamı taşır…

Veysel Karani Hazretleri mürşidi Nebiyi seçmekle görevlidir. Kıyamete kadar bu işini icraya memur bir öğretici ve seçicidir. Mürşîdsiz olamayacağı için Mürşidini arayanlar için; Medine’ye hicret etmek ve vakfeye durmak bir çare olarak Haccın farzları arasında sayılmıştır. Peygamber hırkası ile kıyamete kadar Veysel Karani hazretleri mürşid seçmek ve bildirmekle görevli olarak vakfede bulunmaktadır. Bu kadar önemlidir Mürşidi Kamil insanı bulmak ve ona ulaşmak. Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi der ki; “Müride, mürşid gerek... Yoksa şeytan gelir ona mürşid olur”

Şeytan nasıl mürşid olur derseniz; Allah’ın velilerinin karşısında, şeytanın da velileri vardır. Bildiğiniz gibi insanoğlu dünyaya gelmezden evvel sadece cinler ve hayvanlar yeryüzünde yaşıyordu. Şeytan o dönemde takva sahibi bir melekti ve diğer meleklere hocalık yapmaktaydı.. Âdem Peygamberin yaratılmasından sonra asi olunca üzerindeki takva elbisesi çekilip alındı. Ancak bu elbise kendisinden alınana kadar yedi kat gökte defalarca Mirac etmişti..O yüzden şeytan yedi kat göklere ve miraca dair pek çok sırra vakıftır. Şeytan doğruyu çok güzel bir şekilde bilmekte, ancak doğruyu kullanarak insanları yanlışa yöneltmekte akıllarını çelmektedir.Şeytan aldatıcıdır.Şeytan insanları yanlışa sürüklemek için en çok doğruyu kullanır..Kişiye miraca giden yol hakkında bilgiler verir, fevkalade haller sunar ve o kişi ise rahmaniyette bir noktaya geldiğini sanır… Kendisi, kendisinde gördüğü hallere inanır..

Abdulkadir Geylani hazretleri bu hususta şöyle diyor; “Şeytanın mazharı olmuş bu kişi havada uçuyor, suda yürüyorsa kanadını kır ve düşür… Yani foyasını açığa çıkar yalanla amel etmesini önle ifşa et. Ne çok sahte hoca tanıdık hatırlarsanız Allah hepimizi şeytanın şerrinden emin kılsın, korusun.

Peki gerçek Kamil insanı nasıl anlarız, nasıl biliriz gördüğümüz şeytanın hilesi midir yoksa gerçek mi.? Bu konuda çok önemli ip uçları bize taktım edilmiştir. Bir kere şeytanın özü ile sözü bir değildir yalancıdır. Sahte mürşitler de yalan söyler ve söylediği yalana gün gelir kendisi de inanır.Yalan sözün insan üzerinde tesiri olmaz, insan ruhunda iz bırakmaz.. Doğru insanı bu sözler etkilemez, kendi bünyesinde bu sözün tesirini fark etmez. Ben bu satırları yazarken ve bazı araştırma kaynaklı yazılarımda da hissetmişimdir öyle yazılar okuyorum ki bir an göz ucu ile bakıp geçiyorum içine almıyor derinliğine çekmiyor beni yazı... Bazen de öyle yazılar okuyorum ki, günlerce tesirinden kurtulamayıp,okuduğum o an göz yaşlarına boğuluyorum kalbime gönlüme ruhuma değiyor..Bunu siz de hissetmişsinizdir mutlaka gerçeğin samimiyetin kendine has bir sıcaklığı vardır ruhunuzda hissedersiniz….Yalanın ise, izi olmuyor dostlar, ruh üzerinde tesiri de…Ne güzel der bize Necip Fazıl mürşidi ile karşılaşmasının ruhunda uyandırdığı tesiri;

"Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız. "
"Allah dostunu gördüm altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki zaman donacak kadar güzel
Onlar gül gibidir,
felekler dahi onlarda yüzer. "

İşte gerçek Mürşidi Kamil insanın yüzünde ve sözünde peygambere ait “nazar ve nefes” olmalı. Veysel Karani Hazretleri vasıtasıyla peygamberimizin mirası olarak aktarılan nazar ve nefesin tesiri hissedilmeli.. Ocak sahibi olmalı o zat. Ocakların ocağı Ahmet Yesevi Hazretleri gibi… Mikrofondan aldığı sese hoparlör olabilmeli. Yani peygamberin anlatımını sesini nefesini aktarabilecek olmalı…Bu özellikleriyle kişi mürşidi Kamildir

Kamil mürşidlerinin peygamber varislerinin en büyük özelliklerinden biri de çalışmalarıdır. Tüm peygamberlerin hayatına baktığınızda bir meslekleri olduğunu, başkasının emeğini asla kullanmadıklarını görürüz. Dünya nafakalarını kendileri temin eder.Bir kaç peygamberin mesleğini hatırlarsak; Hz. Âdem(AS) : İlk ziraat mühendisi ve çiftçidir. Hz. İdris (AS) : İğneyi ilk icad eden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzicilerin- konfeksiyoncuların- örücülerin piri sayılır. Hz. Nuh (AS) :Marangozcuların- gemicilerin- denizcilerin ve Barbarosların piridir. Hz. Salih ( AS) sürülerle develer yetiştirirdi. Hz. İbrahim ( AS) Kabeyi inşa edişiyle, Hz Süleyman (as)’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir. Hz. İsmail(AS) Kara ve deniz avcılığı ile geçimini sağlardı. Avcıların piri sayılır aynı zamanda 70 dil bilir bu özelliği ile tercümanların da piridir. Hz. Yusuf(AS) Saati ilk icat eden, Toprak mahsulleri ofisini ilk defa kuran peygamberdir. Hz. Davud (AS) Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, bir kumandandır.
Hz. Süleyman (AS) Emir ve hükümdardı.. Sazlardan zenbil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen yine O’dur. Hz. Lokman ( AS ) doktorluk ve eczacılık mesleğinin piridir. HZ. Muhammed (SAV) ise ”Her peygamber kardeşimin bir mesleği vardır. Benim mesleğim cihaddır ”demiştir.. Peygamber efendimiz askerlikte başarılı bir ordu kumandanı idi. Aile içinde şefkatli bir baba, Müslümanlar arasında örnek bir insan, dürüst bir tacir idi. Çocukluğunda çobanlık yapmıştır. Dünya da bütün insanlara rehber, ahirette ise Kendisine ümmet olanlara şefaatçidir..

İşte tüm bu özellikleri taşımayan, sahte mirac yapan ve şeytanın mazharı olanların gösterdiği özel haller isticrac kabul edilir. İstidrâc; İman nuru olmayan kişide gözüken olağanüstü benlikten kaynaklanan, şeytani mazhariyetten beslenen hallerdir… İstidrac sahibi, nefsine güvenmesi ve o olağanüstülükleri kendisine bağlamakla enaniyeti ve gururu öylesine fazlalaşır ki, ’İnnemâ ûtîtühû alâ ilmin’ "Bu Servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir." demeye başlar.Benliğinde gurura kapılır..Allah bizleri bu hallerden ve bu hallere uğrayanlardan muhafaza etsin..

Konuyu bağlarsak, her işaret bizleri bir mürşidi kamile yönlendiriyor bu hususta ayet ve hadisler ise rehberimizdir… Son kez irdelersek ; "İsra-71’ de:"Yevme ned’u kulle unesin bi İMEMİHİM." "O gün bütün insanları İmamlarıyla çağıracağız."der ve bu ayeti Hz. Ali şöyle açıklar "Bu ayette ki İmam, insan topluluklarının her devirdeki İmam’ı demektir. Buna göre her zamanın halkı, emirlerini uygulayıp, yasaklarından kaçındıkları İmam’la çağrılacaklardır."
Yunus EMRE;

“Kadılar müftüler cümle geldiler
Kitapların hep önüme koydular
Sen bu ilmi nerden aldın dediler
Bir kamil mürşide varmazsan olmaz. “
Ocaklar ocağı olan Pirler Piri Ahmet Yesevi Hazretleri ise bize şöyle der;

“Tarikata şeriatsız girenlerin,
Şeytan gelir imanını alır imiş.
İş bu yolu pirsiz dava kılanlar,
Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.
Tarikata siyasetli mürşit gerek,
O mürşide itikatlı mürit gerek,
Hizmet edip pir rızası bulmak gerek,
Böyle aşık Haktan nasip alır imiş.”

Ez cümle;
"Ey Yüce Rabbim! Senin işin ne güzeldir!
Sen bir kulunu sevmek isteyince onu bir dostuna gönderirsin, Dostuna gönderdiklerini de seversin."
Haktan nasip almak ve sevilmek duasıyla..Mübarek Cuma günümüzü kutlar hakkımızda hayırlara vesile olmasını temenni ederim.Selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Cum May 18, 2012 5:26 am
 
Foruma git
Konuya git

Ben Giderken..

Ben Giderken;
Söylenmemiş söylenememiş tüm o adı saklı sözcüklerimi de bana katarak çıkmıştım yola...
Giderken...
En derinlerde bir yerden sana olan elvedalarımın son sesini duyuyordum...
Çünkü biliyordum...
Yalnız olmayacaktım bu en son elvedamda...Ya ben gidecektim olmayan varlığından...Ya da sen yokluğumun yokluğuna terk edecektin beni...
Biliyorsun...
Defalarca tekrar yazdık birbirimizin kaderini...
Defalarca birbirimizi yürüttük uçurumlarımıza doğru...
Hiçbir zaman tek ve karanlık dönmemiştik oradan...
Hiçbir zaman bir diğerinin o uçurumdan bir meçhule doğru ellerimizden kopup gitmesine izin vermemiştik...
Hiçbir zaman birbirimizin katili olmamıştık...
Her veda'nın ardına birer ''yeniden'' sıkıştırmayı başarmıştık...Her veda yarası zaman merhemiyle iyice ovalandıktan sonra özlemle sarıyordu kendini...
Özlem ise her defasında birbirimizi ''yeniden'' kanatmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu ki...
Her ''yeniden''le birlikte o kabuk tutmuş eski yaralar kendini yeni ve eskisinden daha da derinleşmiş yaralarıma ve izlerine bırakıyordu...
Ve sen yaramı kanatıp derinleştirdikçe buz gibi bir rüzgar esiyordu yüreğime doğru...
Ayazlar kaplıyordu gittikçe derinleşen yaramı...
Ve o ayazlar
Senin bir türlü ısıtıp çözemediğin o buzdan olma çiğlere dönüşüyordu....
Ben Giderken;
Canımın içini ta derinden üşüten o ayazlardan kaçtım...
Ben Giderken;
Canını benim canımı acıttığı gibi acıtan birisi olarak ''önce'' gitmek istedim...
Ben Giderken;
Sanma ki sen de terk etmemiştin aslında beni...
Ben Giderken;
Bir sen yoktun artık bende...
Ve o sen eğer yoksa bende...
Bil ki;artık bende yoktum sende...
Ben Giderken;
Katilin olduğumu biliyordum...
Tıpkı senin de benim katilim olduğunu bildiğim gibi...
Ben Seni Sevdim...Sensizliğini De Severim...
Çünkü...
Ben ''Sen''Le Başlayan Herşeyi Sevdim...
Demiştin...
Ben sensizliği hiçbir zaman sevmedim...Tıpkı...Sen'Le başlayan hiçbirşeyi artık sevmediğim gibi...
Varlığın acıtıyordu...Varlığın tüketiyordu seni ve beni...
Yokluğun...Gururlu avuntularımda saklıyor kendini...
Yokluğun...Bitmez tükenmez nakaratlarıyla o kadının şarkılarında ağlıyor içimde şimdi...
Birbirimizde Son Damlamıza Kadar Bitmeden...
Asla...Vazgeçemeyiz...''
Demiştin...
Birimiz Diğerini Unutmadan....
Asla...Unutamayız...''
Demiştin...
Ben senden çoktan vazgeçtim...Ben seni artık hatırlamıyorum...
Diyemiyorum...
Çünkü sebebini biliyorum...
Ben Giderken;
Yokluğunun varlığını getirmişim yanımda...Şimdi o yokluğunun varlığı...
Bir türlü
Gerçekten...
Gitmeme Ve ''Bitmene...
İzin vermiyor hala...
Ben Giderken;
Yokluğunun varlığının gölgesi düşüyor sinsice ruhuma ve sol yanıma...
Ben Giderken...
Hiçbirşeyi ''sensizlikle'' başlatamıyorum hala...
Ben Giderken...
gulgulce
Per May 17, 2012 9:53 pm
 
Foruma git
Konuya git

GIYBET VE DEDİKODU......

Bazı şeyler için zaman bulamayan pek çok insanın dedikodu için mutlaka zamanı vardır. Çay-kahve saatleri, telefon görüşmeleri, yolda karşılaşıldığında ayaküstü sohbetler hep dedikodu nedeniyle uzun sürer. Öyle ki vedalaşıp evin kapısından çıkıldıktan sonra bile kapı önünde dakikalarca devam eder.
İlginç olan; insanların büyük çoğunluğunun dedikodudan haz almasıdır. Ortamda, dedikodudan hoşlanmadığını, yapılmasını istemediğini söyleyen insan bile bir süre sonra kendisini birilerinin hakkında anlatılanları zevkle dinlerken, hatta birilerini çekiştirirken bulabilir.
Allah insanlara dedikoduyu yasaklar. Kur’an’da gıybet olarak geçen dedikodu, Allah Katında beğenilmeyen çirkin bir davranıştır. İnsanları arkalarından çekiştirenler kimi zaman kendilerini mazur göstermek için, söylediklerinin gerçek olduğunu iddia ederler. Böyle de olsa, yapılan yanlıştır. Söyledikleri gerçek değil yalansa bu kez de yaptığı iftira atmaktır ki bu da günahtır. Allah, gıybeti “ölü kardeşinin etini yemek” olarak tanımlar ve “işte bundan tiksindiniz” buyurur.
Kur’an “Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline.” (Hümeze Suresi, 1) ayetiyle bu çirkin davranışlara karşı insanları uyarır. Samimi inananlar gıybetin ne denli kötü bir karşılığı olduğunun bilincinde, birbirlerinin arkasından konuşup haklarında dedikodu yapmazlar. Hatalarını yüzlerine söyler, öğüt verir, uyarırlar. Gerçek dostluk budur; dünyada ve ahirette insana yarar sağlayacak şekilde davranmaktır.
Toplumda hafife alınsa da dedikodu, özellikle sonuçları açısından gerçekte çok önemli bir konu. İnsanların birbirlerine kin duymaları, aralarının açılması gibi istenmeyen durumlara sebep olan bir davranış. İnsanlar arasına düşmanlık sokar, nefret ve öfkeyi tetikler.
Kimi zaman çok ufak da olsa bir konunun, yayılarak içinden çıkılamaz büyük sorunlara, tartışma ve kavgaya dönüştüğünü görürüz. Dedikodu yüzünden boşanan çiftlere, ortaklıklarını bitiren insanlara ve hatta cinayetlere bile şahit olmak mümkün.
Gıybet şeytanidir; çoğu kimsede kendi aklını üstün görme, aklını beğenme özelliğinden kaynaklanır. Bu yüzden insana nefsani bir haz verir. Şeytan bu şekilde ele geçirdiği kişiyi belalarla dolu yoluna yöneltir, bataklığına sürükler.
İnsanı bir virüs gibi içten içe kemirir dedikodu. Yapıldığı ortamlardan uzak durmak ve yapanlara uyarıda bulunmak gerekir. “İnsanlar ne der?”, “yapmayın dersem ayıp olur” gibi düşünceler anlamsızdır. Önemli olan, davranışlarımızdan Allah’ın razı olup olmamasıdır. İnanan insanların sohbet ortamında dedikodu yapılmaz Allah anılır. Bu da insana müthiş güç kazandırır. Kur’an ahlakını yaşamaya çalışan, Allah sevgisini ve korkusunu samimiyetle içinde taşıyan insanların bu virüse karşı bağışıklıkları vardır, dedikodu hastalığına yakalanmazlar.Rabbim bizleri islamiyeti dosdoğru yaşayan ve uygulayan kullarından eylesin inşallah amin ecmain selam ve dua ile Hacegan..
Hacegan__
Pts May 21, 2012 5:33 am
 
Foruma git
Konuya git

AHLAKIN HAKİMİYETİ.

Allah Kur’an’da, gelecekte gerçekleşecek olan bazı olayları haber verir. Bu olayların zaman içinde gerçekleşmesi, Kur’an’ın mucizelerindendir. Kur’an ayetlerinde bildirilen haberlerden biri de İslam ahlakının yeryüzü hakimiyetidir.

Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi, 8-9)

Allah, Kendisine ortak koşmadan, katıksızca iman edenlerin yeryüzüne mirasçı kılınacaklarını müjdeler. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kanıtlayan bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:

Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur. (Tevbe Suresi, 32-33)
Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. (Kasas Suresi, 5)
Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. (Ahzab Suresi, 27)
Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan ’yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele. (Saff Suresi, 13)
Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana ’üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin. (Fetih Suresi, 1-3)
"Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır)." (peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti. (İbrahim Suresi, 14-15)
Müminler, Kur’an ahlâkının dünyaya yayılması için sözlü dua ettikleri gibi fiili anlamda da dua eder; malları ve canlarını ortaya koyarak hayatları boyunca çaba içinde olurlar.
De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
Peygamberimiz(sav)’e Kur’an’ın vahyedilmesinden yaşadığımız döneme kadar, İslam ahlakı çok geniş topraklara yayılmış ancak yeryüzünün tamamında bir hakimiyet gerçekleşmemiştir. Allah’ın bu vaadinin ilerleyen yıllarda gerçekleşmesi beklenmektedir. Peygamberimiz(sav)’in hadislerinden, Kur’an ahlakının hakim olacağı dönemin ahir zaman olduğu anlaşılır. (Kuşkusuz doğrusunu Rabb’im bilir.)
İnsanların özlemini duydukları bu kutlu dönemde, haktan yana üstün adalet anlayışı ve barış tüm dünyayı kaplayacak, zulüm yeryüzünden kalkacaktır.
Güçlü olanın haklı 8çdeğil, haklı olanın güçlü olacağı bu dönemde toplumun her kesimindeki insanlar arasında eşitlik yaşanacak ve güven ortamı sağlanacaktır.
Bütün bunların gerçekleşmesi için ayrılıklar ve farklılıklar bir yana bırakılmalı, tüm Müslümanlar "kardeş" oldukları gerçeğini hatırlamalıdırlar. Bu kardeşlik, Allah’ın büyük nimetidir, şükür vesilesidir.

Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)

Kur’an ahlâkının yeryüzü hakimiyeti, Allah’ın vaadidir ve O’nun dilemesiyle gerçekleşecek olan bir olaydır. Bereketiyle, refah ve huzur dolu ortamıyla her Müslüman için çok büyük bir ödüldür, üstün bir şereftir.

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ’güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ’güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55).Allahım Recep ve Şaban ayını bizlere bereketli kıl ve bizleri Ramazan ayına ulaştır.Amin ecmain inşallah selam ve dua ile Hacegan...
Hacegan__
Sal May 22, 2012 4:19 pm
 
Foruma git
Konuya git
cron