8 sonuç bulundu

Geri dön

ANNELER GÜNÜNE ÖZEL HEDİYELERİMİZ...

> Dostlar Mekanında Anneler Günü İçin Lobimizde Şiir Yarışması Yapılacaktır. Kendi Şiirlerinizi En Geç 30.04.2012 Tarihine Kadar (sizdostlar@hotmail)Adresine Gönderiniz. Ödül 1.ye Cep Telfonu 2.ye250kntr 3.ye 100kntr Bol ŞansSponsorumuz Hayal Admin(H) ŞİMDİDEN BOLŞANSLAR... :) Not.. Hayal bende son model bi araba istiyorum:)
Koray
Per Nis 05, 2012 6:57 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: Akşam Olmakta Yine...

EMEĞİNE YÜREĞİNE SAĞLIK GÜZEL PAYLAŞIMIN İÇİN...
Koray
Cum May 18, 2012 11:50 am
 
Foruma git
Konuya git

''' ADAM OLMAK '''

Günlük yaşantımızda sık sık kullandığımız, hatta dilimize pelesenk ettiğimiz bir deyim var; “adam olmak”

Bu deyimle alakalı olarak; “Kalıbına bakınca seni adam sanmıştım.”, “Yavrum biz seni adam olasın diye okutuyoruz.”,



“Adam olman için kırk fırın ekmek yemen lazım.”, “Senden adam olmaz.” türünden sözleri çokça söylemiş ve duymuşuzdur.

Peki, birçoğumuzun sıkça kullandığı bir söz olan bu “adam olmak” nasıl bir şeydir, bunun bir tarifi, şekli ve şemali var mıdır? Veya adam olmak için iki ayağı, iki gözü, iki kulağı olmak yada iki ayak üzerinde yürümek yeterli midir yoksa başka bir şey midir adam olmak?..

Kimilerine göre “adam olmak” cibilliyetle / yaratılışla alakalı bir meseledir. Yani bir kimsenin mayası şayet bozuk, kumaşı kalitesiz ise ondan adam olmaz. “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine yandığım cinsine çeker.” sözü, bu gerçeği ifade etmek için söylenmiştir. Aslında adam olmanın ne olduğuyla alakalı bir kavram kargaşası var. Günümüzde büyük çoğunluğun adamlık göstergesi; mal-mülk ve servettir. Yani bu zümreler parası olanı adamdan sayar, parası olmayanın sözüne bile itibar etmezler.

Yine günümüzde bazı anne-babalar çocuklarının adam olup olmamasını, liselere veya üniversitelere giriş imtihanlarındaki başarısına bakarak değerlendirirler.



Okul bitirmekle, diploma sahibi olmakla adam olunacağını düşünerek; “yavrumuz okusun da adam olsun.” temennisinde bulunurlar. Oysa herhangi bir okulu bitirmekle, bir makam ve mevki sahibi olmakla adam olunamayacağını ifade etmek için; “Okumak cehaleti alır, eşeklik baki kalır.” diye, eskiler boşuna söylememişler.

Ayrıca, okuyup makam-mevki sahibi olmuş ama adam olamamışların kıssalarını da çok dinlemişizdir büyüklerimizden… Bununla alakalı pek çoğumuzun bildiği meşhur bir kıssa vardır. Yeri gelmişken arzedelim:

Bir adamın çok haylaz bir çocuğu vardı. Ne anne-babasına saygısı vardı, ne de onların sözünü dinlerdi. Oğlunun bu gidişatına oldukça üzülen baba, yeri geldikçe oğluna:

Oğlum sen adam olmazsın, derdi.

Babasının bu sözleri ise çocuğun çok zoruna gider ama yinede yapacağından geri kalmazdı. Bir gün yine aksilik edip ana-babasını oldukça üzdü. Oğlunun haylazlıkları canına tak eden baba yine; “oğlum sen adam olmazsın!” diyerek onu azarladı. Yaramaz oğlu da bunu bahane ederek evden çekip gitti.



İstanbul’a geldi ve okumaya başladı. Güya okuyup adam olacak ve babasını mahcup edecekti.

Nitekim okudu, uğraştı ve bir zaman sonra Osmanlı idaresindeki bir bölgeye vali oldu. Aradan bu kadar zaman geçmiş fakat ana-babasını bir kere olsun ne aramış ne de sormuştu.

Tabi babasının kendisine küçükken söylediği; “oğlum sen adam olmazsın” sözlerini de unutmamıştı. İşte artık makam ve mevki sahibiydi. Devlet yönetiminde etkili ve yetkili bir durumdaydı.


Emrinde birçok adamı vardı. Hani adam olamazdı? Bak işte kocaman vali olmuştu. Bunu mutlaka babasına göstermeli, söylediği o sözlerden dolayı onu mahcup etmeliydi… Adamlarına emretti:

Derhal gidin! Filan şehirde, filan köyde şu isimde bir kimse var. Onu alın ve getirin!

Valinin adamları söylenen köye gittiler ve valinin babasını buldular. Adamcağız tarlada çift sürüyordu. Yanına giderek:

Seni vali bey huzuruna emrediyor, hemen hazırlan gidiyoruz! dediler.

Adamcağız şaşırmıştı. “Bir vali, fakir bir köylüyü niçin huzuruna çağırsın ki?” diye düşündü. Üstelik ne suçu vardı, ne de kabahati…


“Hayırdır inşallah” diyerek hazırlıklarını yaptı ve valinin adamlarıyla beraber yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra kendisini çağıran valinin bulunduğu şehre geldiler. Adamcağız hala buralara niçin getirildiğini bilmiyordu.



Yolda adamlar da kendisine bir şey söylememişlerdi, hem zaten sebebini onlar da tam olarak bilmiyorlardı.

Nitekim adamcağızı getirip valinin huzuruna çıkardılar. Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden vali:

İyi bak bakalım, beni tanıyabilecek misin? diye sordu babasına…

Yaşlı adam, huzuruna çıkarıldığı valinin kendi oğlu olabileceğini aklının ucundan bile
geçiremezdi.


Oğlu yıllar önce evi terk edip gitmiş ve bu güne kadar ondan iyi ya da kötü hiçbir haber alamamıştı. Aradan da çok uzun yıllar geçtiği için oğlunu tanıyamamıştı. Şimdi valinin bu sorusuna ne cevap versin? Bu imalı soruya sıradan bir cevap verdi:



Siz bu şehrin valisisiniz efendim.

Vali, babasından bir nevi intikam almanın gururu içinde böbürlene böbürlene:

Demek tanıyamadın? Ben senin oğlunum!.. Hani sen bana; “adam olamazsın” diyordun ya, bak işte gördüğün gibi adam oldum hatta vali bile oldum, dedi.


Adamcağız meseleyi anlamıştı. Acı acı güldü. Üzüntü dolu gözlerle oğluna baktı ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:


Evlat! Beni ta uzaklardan demek bunu söylemek için çağırdın. Ben sana “vali
olamazsın” dememiştim ki, “adam olamazsın!” demiştim. Şayet sen adam olsaydın, ana-babanı görmeye sen gelirdin. Oysa beni ayağına bu şekilde çağırmakla maalesef benim sözümü bir kez daha doğru çıkardın…


Gerçekten de çok ibretlik bir kıssa… Adam olmanın okumakla, makam ve mevki
sahibi olmakla hiçbir alakası olmadığını çok güzel ifade ediyor. Evet adam olmak başka şey; makam ve mevki sahibi olmak, meşhur olup tanınmak veya hesap cüzdanının kabarık olması başka şeydir.



Adam olmanın, kişinin boyu-posuyla, cüssesiyle, giyim ve kuşamıyla da alakası yoktur. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, bir beytinde bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir:

Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok Nice elbiseler gördüm içinde insan yok!..

Efendim, adam olmak için önce insan olmak, hem de insan-ı kâmil olmak lazımdır. Kur’an ifadesiyle de “racül” olmalıdır. Nitekim Kur’anı kerim’de Mevla Teala: “(Öyle) adamlar (vardır ki) onları ne bir ticâret, ne bir alış veriş Allâh’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. …” (Nur: 37) buyurmaktadır.


Ayeti kerimede zikredilen “Rical” kelime olarak, dilimizde kullanılan “er kişi / adam gibi adam” manasına gelen “racül”ün çoğuludur. Tabi burada geçen “rical / adamlar” ifadesiyle kastedilen; cinsiyet meselesi değil, bir şahsiyet ve duruş meselesidir. Cinsiyet olarak kadın olan niceleri vardır ki, şahsiyet olarak adam gibi adamdırlar. Ve adamlıktan nasibini alamamış nice erkekleri de ceplerinden çıkarırlar. Nitekim şair bu meseleyle alakalı olarak şöyle diyor:


Eğer bütün kadınlar bahsettiğimiz gibi olsaydı

Elbette kadınlar erkeklerden üstün olurdu.

Güneşin isminin müennes (dişi) olması bir ayıp olmadığı gibi,

Hilâl’in müzekker (erkek) olması da bir fahr (gurur vesilesi) değildir.


Az önce zikrettiğimiz âyet-i kerimeden; adam gibi adam olmak için gereken öncelikli vasıflardan birinin de, hiçbir ticaret ve alış verişin (paranın pulun, dünya menfaatinin) kendisini Allah’a kulluktan alıkoymadığı kimseler olmak gerektiğini anlıyoruz. Demek racül / adam olmak için şu yalan dünyaya prim vermemek, onun sahte görüntüsüne itibar etmeyip hakkın ve hakikatin peşinden gitmek gerekiyor!

Bazı dünyevi menfaatleri elde etmek için maneviyatından ödün vermek, bir takım mevkilere ulaşabilmek için onur ve şerefini ayaklar altına alarak el-etek öpmek, şehevi arzularını tatmin etmek için haramlara bulaşıp iffet ve namusuna halel getirmek gibi şeyler, adam olanlar için çok uzak tavırlardır. Adam olmak; dürüst, tutarlı, dik duruşlu olup şahsiyetli bir tavır takınmaktır. Adam gibi adamlar güzel ahlaklı, erdem sahibi olup korkaklığa, ikiyüzlülüğe, namertliğe kesinlikle pirim vermezler.

Evet, adam olmak için bu tür meziyetler gerekir. Zira bu meziyetleri bir insandan çekip alacak olsanız, geriye değil adam insan bile kalmaz. Sadece “insan müsveddesi” kalır.Adam gibi adamlar davasına sımsıkı sarılıp sahip çıkarlar. Zoru görünce hemen kıvırmaz, eğilip bükülmez, omurgalı bir duruş sergileyip dimdik dururlar. Yoksa dönek, sünepe, gevşek, bukalemun gibi araziye göre renk değiştiren, davasında samimi olmayan kimselerin adamlıktan nasipleri yoktur.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, adam olmak için kişinin cibilliyeti / yaratılışı, mayası, kalitesi gerçekten çok önemlidir. Nitekim bir hadisi şerifte Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir. Cahiliye devrinde hayırlılarınız, İslam devrinde de hayırlılarınızdır.” buyurmuştur.

Demek ki insanlar, kendilerinde bulunan vasıflara ve özelliklere göre kıymet olarak altın ve gümüş gibidirler. Bir adam şayet mert, dürüst, şahsiyetli ve üstün vasıflı yani altın gibi bir kimseyse, hangi safta olursa olsun bu adamın karakteri, huyu budur. Yani cahiliye döneminde iken mert, idealist, davasına sahip çıkan bir kimse, İslam saflarına geçince de öyledir.

Çok dikkati caliptir ki, Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) iki Ömer’den biri için dua etmiş ve: “Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise İslâm’ı onun ile azîz eyle (destekle).” diye niyazda bulunmuştur. Bu iki kişiden biri Ömer b. Hattap’tır. Yani gün gelecek adaletin güneşi olacak olan Hz. Ömer (Radıyallahü anh); diğeri ise Ömer b. Hişam’dır.

Yani şu meşhur İslam düşmanı Ebu Cehil... (Ebu Cehil, cehaletin babası demektir. İslam cahili olduğu için ona bu lakabı Efendimiz takmıştır. Onun evvelce lakabı Ebu’l-Hıkem yani Hikmetin Babası idi. Kureyş içinde çok saygın bir yeri vardı ve anlaşmazlıklarda onun hakemliğine başvurulurdu. Ama İslam’dan nasibi olmayan ve Kur’an’a düşman olan bir kimse Hikmetin Babası olamayacağı için, Efendimiz daha sonra ona “Ebu’l-Hıkem” demeyi yasaklamış, cehaletin babası manasında “Ebu Cehil” lakabını takmıştır.)

Peki, Efendimiz neden bu ikisinden biri için dua etmiştir?

Bu sorunun cevabını az önce zikrettiğimiz “…Cahiliye devrinde hayırlılarınız, İslam devrinde de hayırlılarınızdır.” Hadisi şerifi ışığında tahlil edecek olursak, daha iyi anlarız. Zira onların ikisi de Cahiliye devrinin hayırlılarındandı. İnsan olarak ikisinin de mayası sağlam, kumaşı kaliteliydi. İkisi de dik duruşlu ve omurgalı bir tavrı olan, batıl da olsa davalarına sahip çıkan yürekli, mücadeleci bir yapıya sahip kişilerdi. İkisi de hangi şartlarda olursa olsun inandığı davaya hizmet edecek ve bu yolda her türlü zorluğa direnecek karaktere sahiptiler.

Nitekim inandıkları putları aleyhine söz söylenince, hemen kılıçlarına davranıp mücadeleye girdiler. Hatta Hz. Ömer, putları yer ile yeksan eden davanın lideri Muhammed Mustafa’yı öldürmeye teşebbüs edecek kadar da gözükara bir şahsiyet.. Demek ki inandığı değerlere sahip çıkan, yürekli, azimli ve kararlı bir kimse… Diğer taraftan Ebu Cehil’de de bu azim ve kararlılığı görüyoruz. Davası batıl da olsa bu uğurda son nefesine kadar bil-fiil mücadelede bulundu.

Bedir savaşında, Kureyş kervanları kurtarılınca başta Ebu Süfyan olmak üzere, müşriklerden pek çoğu Bedir savaşından vazgeçmek istemelerine rağmen, Ebu Cehil geri adım atmamış, herkesi ağır sözlerle itham ederek savaşa teşvik etmiş ve ordunun başında savaşmıştı. Kur’an-ı kerimde batılın sembol isimlerinden biri olarak bahsedilen Firavun bile son nefesinde iman etmişken, melun Ebu Cehil son nefesini verirken dahi küfründen taviz vermedi. Nitekim Efendimiz: "Benim Firavun'um Musa'nın Firavun'undan daha şedid. Çünkü onun Firavun'u (boğulurken) ‘iman ettim’ dediği halde, Benimki isyanını artırdı." buyurmuştur.


Dolayısıyla küfründe böylesine inad eden biri, Müslüman olduğunda da aynı derecede imanında sebat ederdi.

Ayrıca, Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) iki Ömer’den biriyle İslamı desteklemesi için dua etti ama Ebu Leheb için böyle bir dua etmedi. Niçin?!

Bunu da sadedinde olduğumuz konuyla alakalı olarak tahlil edecek olursak; Ebu Leheb, müşriklerin elebaşlarından olmasına, Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Safa tepesine çıkıp tebliğ ve davette bulunduğunda; “bizi bunun için mi topladın?” diyerek ilk defa yalanlayan ve isyan bayrağını açan kişi olmasına rağmen, onun Bedir savaşına katılmadığını görüyoruz.


Tüm Mekke halkı bu savaşa malıyla canıyla katılıyorken o, bu savaşa bizzat iştirak etmeyip kendi yerine başkasını gönderdi. Lejyoner asker misali paralı bir adam tutup kendi yerine Bedir’e yolladı. Demek ki, davasında yeteri kadar samimi değil ve elini taşın altına koymaktan imtina eden biri…


İşte Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in iki Ömer’den biriyle İslam’ı desteklemesi için dua etmesinin hikmetlerinden biri de; (Allâh-u âlem) onların inandıkları dava için değil ellerini, adeta başlarını bile taşın altına koyabilmeleri, adamlarda olması gereken bir takım üstün vasıfların kendilerinde bulunmasıydı.Adam olmanın makam ve mevki sahibi olmakla, şöhretle, servetle eşdeğer hale geldiği günümüzde, adam gibi adam bulmak gerçekten de çok zor.


Hani bir düşünür gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda geziyormuş. Ona:




Gündüz vakti elinde fenerle ne arıyorsun? diye sormuşlar. O:- Adam arıyorum adam!.. diye cevap vermiş.


Gerçektende şöyle etrafımıza baktığımızda, maalesef adam gibi adam bulabilmek pek de kolay değil.

Adam olmak bir sanat, bir fazilettir. Adam olmak mert, dobra, dik duruşlu olmaktır. Adam olmak aslında âdem olmaktır. Evet, “Adam” kelimesi aslında Âdem’den galattır. Âdem (adam) olmanın yolu ise, Arapça yazılışında gizlidir. Âdem kelimesi Arapça “elif”, “dal” ve “mim” harflerinden müteşekkildir.

Ve bilindiği üzere bu harfler, namazın simgesidir. Şöyle ki: Elif harfi; Namazdaki kıyamı, Dal harfi: Namazdaki rükûyu, Mim harfi ise; Namazdaki secdeyi ifade eder. Dolayısıyla “Âdem” yani “adam” olmak istiyorsak, şeytanın yapmadığını yaparak kıyam, rükû ve secdeyle Allah’ın huzurunda bir nevi esas duruşa geçmeli ve kulluğumuzun gereğini harfiyyen yerine getirmeliyiz. Hz. Ömer (Radıyallahü anh) bir gün dostları ile otururken şöyle dedi:


Herkes bir temennide bulunsun. Bunun üzerine bir tanesi: Ben, şu oda dolusu altınım olsun da, onu Allah yolunda harcayayım isterim, dedi. Bir diğeri ise şöyle dedi :

Şu oda dolusu gümüşüm olsun da Allah yolunda harcayayım isterim. Böylece oradakiler ayrı ayrı temennide bulundular.

Sıra Hz. Ömer (Radıyallahü anh)’a gelince, kendi arzusunu şöyle dile getirdi: Ben, şu oda dolusu Ebu Ubeyde bin Cerrah, Abdullah b. Mesud, Muaz bin Cebel(Radıyallahü anhüm) gibi adam isterim!..Hz. Ömer (Radıyallahü anh) bu temennisiyle; İslam’ın güçlenmesi için, altından gümüşten daha çok adama ihtiyaç olduğunu ve bu davanın adam gibi adamlara ihtiyacı olduğunu ifade ediyordu.

Demek o gün bile İslam’ın adam gibi adamlara ihtiyacı vardı. Ya bu gün?.. Bu gün, o günden çok daha fazla adama ihtiyaç var. Dağların bile üzerine almaktan imtina ettiği bu ağır mesuliyeti yüklenecek dava adamlarına, adam gibi adamlara ihtiyaç var!..


Bu vasıflara haiz, her yönden donanımlı birer dava adamı olmak için çalışalım. Eğer adam olamazsak, hiç olmazsa adam taklidi veya adam olanların taklidini yapalım…
efe_19
Sal May 22, 2012 12:24 am
 
Foruma git
Konuya git

Yeşil Evren 101 Turnuvaları..

Arkadaşlar her hafta Çarşamba günü saat 14.00 te Cumartesi ve Pazartesi akşamı 21.00 puan ödüllü turnuvalarımız devam etmektedir.Geleneksel hale getirdiğimiz turnuvada, turnuva heyecanı yaşamak isteyen tüm oyuncu arkadaşlarımız davetlidir..
Tutku
Pts May 21, 2012 9:31 pm
 
Foruma git
Konuya git

Menderes'in suçlarından birisi

Merhum Adnan Menderes’in önemli suçlarından birisini hatırlayalım.

Merhum, 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa’ya gider.
Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak;
- “Osmanoğulları ailesinin Paris’te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?” diye sorar.
Büyükelçinin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes, büyük bir hayıflanma içerisinde;
- “Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin” der. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir.
Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner.
Devlet-i Aliye’nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamid Han’ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar.
Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan’ın ellerine sarılır ve;
- “Anne ne olur affet bizi, geç geldik” der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;
- “Sen kimsin”? diye sorar. Menderes de;
- “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım” der.
- “Ben başbakanım” sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır.
Menderes Türkiye’ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıkar.
- “Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Celal Bayar da;
- “Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der.
Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.
Mektupta şunlar yazılıdır:
- “Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. Adnan Menderes.”
Menderes’in istifadan vazgeçmesi için epeyce uğraşılır ve hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla Menderes istifadan vazgeçer.
Dönüş:
İstanbul’a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid’in hanımı ve kızı da vardır.
Bir sabah erken saatte Teşvikiye’deki evlerinin kapısı çalınır. Kapıyı Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan açar. Gelen kişi Menderes’tir.
- “Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan’ı görmek isterim” der.
Başında tülbent elinde tespihiyle Menderes’i karşılayan Şefika Sultan;
- “Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz...” der. Başbakan da;
- “Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk...” demesinden sonra Şefika Sultan;
- “Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık” der. Menderes de;
- “Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duanızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim” der.
Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır. İşte Menderes’in amansız suçlarından birisi budur.
Hüseyin ÖZTÜRK

Ölümünden önceki son sözlerinden biri
Hiç küskün değilim. Hiçbir kırgınlığım yok. - Adnan Menderes
Mekanın cennet olsun...
Tutku
Per May 10, 2012 5:50 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: Duy Sesimizi Yönetimmm...

Forum Yönetimi tarafından aynı kişinin birden fazla rumuz veya isimle farklı kişilermiş gibi aynı konuda görüş belirttiğinin tespit edilmesi durumunda kişinin tüm mesajları silinir ve foruma girişi yasaklanır..

Haklısın canım Yönetimin bu duruma el koyması gerekiyor madem bir yasak var lütfen uygulansın...
Elif__
Çar May 30, 2012 7:23 pm
 
Foruma git
Konuya git

Yaşanmış Ve İbretlik Bir Olay

DR.HALUK NURBAKİ

Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum. Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı.



Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da ALLAH (c.c)'in izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.

Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:


–''Doktor bey,'' dedi. ''Ben .. size…dargınım.''

''Niçin?" diye sordum.

–"Siz…dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH (c.c)'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"


Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

–"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın…"


Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mecz ediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala:

–"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"


–"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O ani fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."


O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

–"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâla unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

-"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.


İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine olacak ki Salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na:


–"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

–"Doktor bey…Azrail bana nasıl görünecek?"

–"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."


Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

–"Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:

–Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

–"Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!!!"
Vatan44
Cmt Haz 02, 2012 9:38 am
 
Foruma git
Konuya git

Artık Nefes Almak İstemiyorum!

Artık Nefes Almak İstemiyorum!
Umutlarım da aynı sen gibi bırakıp gittiler beni
Kıramadığım zincirlerle bağlandım
Zindanlara HApsedildim
Sensizliğin ne olduğunu HAla öğrenemedim
Kaç kere sevdin beni?
Kaç kere seni seviyorum dedin?
Şimdi cevap ver bana
Madem gidecektin niye geldin
Madem hiç benim olmayacaktın
Niye kendini sevdirdin
Git artık
Benden uzaklara adımı bile anmayacağın yerlere
git
Git ki bendeki seni öldürebileyim
Git ki sevgimi kalbime gömebileyim
Nerden bilirdim sevginin ve aşkın bu kadar canımı acıtacağını
Zamansız gelip beni yok edeceğini
Benim için HAyatta bir sen vardın
Senin içinse karanlıklar arasında bir ben
Şimdi Nolur git
Git ki bitebileyim seni
Git ki unutabileyim gözlerini
Git yalvarırım git
Artık nefes almak istiyorum
Koray
Pzr Haz 10, 2012 9:20 pm
 
Foruma git
Konuya git
cron