63 sonuç bulundu

Geri dön

Re: SAMİMİ NİYET

Samimi insan vicdanlı düşünerek ve Allah’ın her an kendisini gördüğünün bilincinde olarak hareket eder. İnsanların düşünce ve isteklerine göre hareketlerini ayarlamaz, yalnızca Rabb’imiz’in rızasına yönelir. İnsan zaten Kuran’a tabi ise, Kuran’a göre yaşıyordur ve Kur’an’a göre hareket etmek samimiyeti getirecektir.

Rabbiniz sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (Kendisi’ne) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır.” (İsra Suresi, 25) buyurur.

Emegine Yüregine Saglik Hacegan Kardesim
Asri_Saadett
Per Nis 12, 2012 7:16 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: El Öpülesi Annelerimiz

Gözlerinize Saglik Hacegan Kardesim
Asri_Saadett
Per Nis 12, 2012 9:40 am
 
Foruma git
Konuya git

GÜLLERİN YARATILIŞI

GÜLLERİN YARATILIŞI

Allah'u Teala Mirac gecesi, Rasulullah efendimizin mübarek terinden kırmızı gül yarattı. Allah'u Teala Lut kavmini helak etmeye cebrail a.s gönderdi ki, o zamanda Hz. Cebrail o gecenin şiddetinden terledi. Allah'u Teala Onun mübarek terinden ak gülü yarattı. Mirac gecesi Rasulullah efendimiz burak'a binip Burak'da göklere götürürken terledi. Burak'ın o terinden sarı gül yaratıldı. Hz Ebu Bekr-i Sıddık İslamla şereflenince, nübüvvet heybetinden terledi. Allah'u Teala Onun mübarek terinden sümbülü halk etti. Hz. Ömer İslamla şereflenince, Rasulullah efendimizin ayağının tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayasından terledi. Rabbül Alemin o terden yasemeni halk etti. Hz. Ali dünyaya gelip, Rasulullah efendimiz şerefli beşikleri üzerine, devlet ve saadetle müteveccih olunca, Aliyyül Mürteza, beşiklerinde uyurken, Rasulullah'ın emsaline rastlanmayan güzel kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Rasulullah'ın nur saçan mübarek yüzünü görünce terledi. Allah'u Teala Azze ve celle onun mübarek terinden zambağı yarattı. Her zaman vücudu bu zikrolunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mübarek terleride öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu duyarlardı.


Rabbimin emanetine selam olsun
Bekliyoruz efendim belki rüyamıza girersin diye..
Hasretin vuslata ereceği güne hasretiz efendim
Sen geçerken güllerin o enfes kokuna dayanamayıp
Başlarını bükmesi gibi bekliyoruz efendim...
Sanki ayağımızı atınca medinene gelecekmişiz gibi
Resimlere bakınca işte o an...
Hasretle yanıyor vücudum sana kavuşmak istiyorum o an..
Çağlar öncesine uzanabilmek isterdim
Taifte taşlanırken seni korumak için saf oluşturmak..
O aşk ile yanıp tutuşmak isterdim
Hamzaya o çetin savaşta evet uhudda
O giren"mızrak"bana girmesini dilerdim...
Seni bekleyen o nemli gözler var sevgili
Bir sümeyye olabilmek isterdim
Efendim bekliyoruz hasretle,
Aşkla, sana kavuşacağımız güne hasret
Medinene hasret
Gözlerindeki inci yaşın olabilmek isterdim
Açlıktan midene bağladığın taşın olmak isterdim .
Canımın cananı efendim
Güllere bakınca seni düşlemek
Terlediğinde alnındaki terin olmak...
Bilirler mi ki teninin kokusunun gülleri bayılttığını
Sana selam olsun
Asri_Saadett
Cum Nis 13, 2012 10:16 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: CAN DOSTUM

Allahın rahmetini selametini alemin sonsuzluğundan.
Tesellisi dost özünden.
Unutma can DOSTUM.

Emegine , Kalemine Saglik Hacegan Kardesim
Selam ve dua ile
Asri_Saadett
Cum Nis 13, 2012 5:46 am
 
Foruma git
Konuya git

SEVMEK VE SEVİLMEK : Tehvid Deryasi

İnsanlar bu Dünyaya, sevmek, sevilmek ve sevdirmek için gönderilmişlerdir. Yoksa üç günlük yaşamları müddetince, bir birleriyle kavga etmek, geçimsizlik ve mutsuzluk için gelmemişlerdir. Neden insanlar birbirlerini sevmiyorlar. Neden bütün yaşamını Dünyadaki cehennemde geçirmekten kurtulamıyorlar. Aklını, fikrini ve bütün zihinsel düşünüşlerini, ekonomik meselelerden, üzüntü ve Dünya debdebelerinden kendini Hakka doğru döndüremiyor.

İşte bu soruların Cevabı Tevhidde mevcuttur. Ne yazikki bunlarıda bilmediğimiz için, maalesef bu Cehennemden kurtulmamız mümkün olmıyor.

Kuranı kerimin Araf suresi 179 Cin ve insin çoğunu Cehennem için yarattık. onların kalpleri vardır tefekkür etmezler, gözleri vardır Hakikatı görmez, kulakları vardır Hakikatı duymaz, işte bunlar Hayvan gibidirler buyurulmuştur. Şu halde çoğunluktaki insanların, mutsuz ve azapta oldukları anlaşılmaktadır. Dünyada cehennem, kişilerin haktan kendilerini uzak hissetmeleri, ve Cenabı Hakkın tecelli mazharlarını Haktan ayrı imiş gibi görüp, itilaftan kurtulamayıp azap çekmeleridir.

Her tecelli Hakkın olduğu halde, nedir bu kavgalar, ve itilaflar diye soracak olursanız, her tecellinin failinin Allah olduğunu bilmeme cehaletidir. Zira kişideki Cehennem azabı cehaletinden ve Haktan uzak oluşundan başkası değildir. Cenabı Allah, 18 bin Alemde, zerreden kürreye kadar, zatını ilan etmiştir. İlan etmesi demek, her varlıkta zuhura gelmesidir. demektir. şu halde sevmeyip itilaf ettiğimiz, kişi veya varlıkların, kendilerine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Onların mazharından bizlerdeki, malumata göre Cenabı Hak, o aletleri, bizlere kullanmaktadır. Neden o eksik mazharları başkalarına değilde, bize kullanıyor. Çünkü bizlerde eksiklik var. onları bize kullanmasa başkalarına kullanaçak. onun için her türlü olayda, başkaların suçlamak değilde; kendimizi gözden geçirip düzeldiğimizde, bir daha bu eksik tecellinin olmadığını görürüz. Çünkü Allah bizlere, hiçbir mahlukata vermediği, Akıl, fikir, irade ve ilim gibi yüce Emanetler vermiştir. Bunları yerinde, doğru kullanırsak, o zaman azabımız azalacaktır.

Surette kalanlar ve suret için ömrünü bitirenler, azap ve mutsuzluktan kurtulamamışlardır. Suretlerin hiçbir hükmünün olmadığını bilenler, siyret için çalışıp onun bilincine erenler, mutluluk ve saadet içinde, Dünyada iken Cennetlerini yaşayacaklardir. Dünyada Cennet ve Cehennem vardır. Ahirette de Cennet ve Cehennem vardır. Dünyadaki Cehennem Haktan uzak olmak, ve her türlü izdirab ve kederleri onların Cehennemi olmaktadır. Dünyadaki Cennetleri ise;Hakla beraber olup, huzur ve mutluluk ve saadet içinde zevkleridir.

Dünya zahir 5 duygumuzla algıladığımız kesafet Alemidir. Ahiret ise;Batın duygularımız diye vasıflandırdığımız, hissi müşterekimiz olan batın duygularla algılanan bir Alemdir. Zahir duyguların bu Alemde gecerliliği yoktur.

Dünyada iken Hakka olan yakınlığından (ilmel yakınlık, aynel yakınlık, hakkal yakınlık)la aldığı zevkler, sıfatlara bürünerek karşısına çıkacaktır. Dünya (Ahiretin tarlasıdır). hadisi bize bunu bildirmektedir. Dünyada ama olan Ahirettede amadır ayeti kerimesi bizlere Dünyada iken, bütün fiillerin failini çok iyi tanımamızı, her varlığı sevdiğimizde onların özünün, Cenabı Hakkın bir tecellisi olması nedeniyle bizzat Rabbımızı sevdiğimizi anlamış olacağız. Cenabı Hak kendinden başka bir varlık yaratmamışki, seven ve sevilen olsun. Sevende kendisi, sevilende kendisidir. Yeterki biz bu irfaniyete sahip olup mutluluk içinde yaşayalım. yoksa kendi azabımızı kendimiz hazırlamış oluruz.

Aşkınla sararıp soldum

Kah yanıp kül oldum

Seni her yerde aradım

Sonunda kendimde buldum.



Aşk Ateşini yanar sandım

Gönlümde hep seni andım

Ananda sen, anılanda sen olduğunu bildim.

Ahmetteki aşkın ve Aşıkın özünü gördüm.

Herkez bu gün kendine sorsun. Stres, üzüntü, keder ve mutsuz bir halde, Dünya ile ilgili, alamadım, veremedim diyorsa, Dünyada, bu Cehennem azabından başka bir azabmı bekliyor. Bu azab ona yetmiyormu. ondaki gayriyet ve Hakkın, her türlü tecellilerine vakıf olmadığı için, Cehennem azabından bir türlü kurtulamıyor. Tevhid ehlide, Hakkın bütün tecellilerine, vakıf olduğu için, fiillerin failini görüyor. hangi mazharı nerede kullandığını, bu olaya karşı nasıl hareket gerektiğini bildiği için, Mutluluk, Saadet ve Refah içinde yaşıyor. Dünyada o kişiye bundan güzel Cennetmi olur. Hasan Fehmi Hz. leri bir ilahisinde:

Kahrı lutfu bilmeyen hiçbir dem rahat olmaz.

Buyuruyor. Kahrında lutfundaki, fiilin faili Allahtır. Kime, ve ne için kullandığında Tefekkür ettiğimizde, her şeyin yerinde ve doğru olduğunu görerek Cennete girmiş oluruz.

Cenabı Allah, cümlemizi iki Cihanda seven ve sevilen mutlu kişilerden eylesin Amin. ecmain

Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Pzr Nis 15, 2012 9:41 pm
 
Foruma git
Konuya git

Peygamberler ( Hz.SÜLEYMAN(a.s)

Hz. SÜLEYMAN (a.s)



İbrânice Şlomo (Salomon). Hz. Davud'un oğlu, O'ndan hemen sonra İsrail oğullarının peygamberi "akl-ı selim" ve "nazik" manalarına gelen "selim"in eş anlamlısı.

Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. Süleyman, israiloğullarının icraatlar yapmış büyük peygamber ve hükümdardır. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın bir İsrailoğulları peygamberi olduğunu açıklarken; Hıristiyanların mukaddes kitabı İncile göre O, bir İsrail kralıdır. Devrinin en önemli hadisesi, Ken'anlıların kesin olarak itaat altına alınmasıdır. Bundan ayrı olarak Hz. Süleyman memleketini 12 eyalete ayırarak her birine birer vali tayin etmiş; böylece ülkenin daha iyi idaresini sağlamıştır. 12 eyalet olmasının sebebi her bölgeye yılda bir ay devlete karşı mükellefiyetler koymasındandır.

Hz. Süleyman, saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. O'nun krallığı bu günkü Filistin, Ürdün'ün tamamı ve Suriye'nin bir kısmını içine almakta idi. Hz. Süleyman'ın eserleri arasında, memleketin savunması için inşa ettirdiklerini ilk sırada saymak lâzımdır. Asker sevki için seçilen kilit noktalarda yaptırılan istihkâmlar bu bakımdan çok önemlidir.

Hz. Süleyman'ın en mühim eseri , Siyon dağı'na inşa ettirdiği Mâbed'tir. Babası Hz. Davud zamanında aynı yerde yalnız bir çadır vardı ve bu çadıra Tâbutül-ahd (Ahid sandığı) konulmuştu. Süleyman Mâbedi veya sadece Mâbed denilen yapının bugün temel duvarlarından bir bölümü kalmıştır. Ağlama duvarı olarak isimlendirilen kısım da bu temeldir. Süleyman Mâbed'i, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlarca mukaddes sayılmaktadır. Hz. Süleyman, Sur kralı Hiram ve Mısır Firavunuyla dostluk kurduğu için, her iki ülke ile ticari ve kültürel münasebetlere girişmiştir. Böylece yabancı kültür ve müesseseler israiloğulları arasına da girmeğe başlamıştır. Nitekim o tarihten sonra Kudüs'te hem yabancı mallar satılmaya başlanmış; hem de yabancı hükümdarlar Hz. Süleyman'ı ziyarete gelmişlerdir. Bu konuyu vurgulayan Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, I. Krallar, X, 22). Hz. Süleyman'ın büyük bir deniz ticaret filosu kurduğunu zikreder.

İsrailoğulları Hz. Süleyman zamanında sosyal ve medenî açıdan en üst düzeyde bir gelişme sergilemişlerdir. Tarihçiler Hz. Süleymanı âlim, imarcı ve saltanat seven bir kişi olarak tasvir eder (A. Refik, Tarih-i Umumi, İstanbul 1328, I, 266). Hz. Süleyman, babasından devraldığı büyük devleti daha da güçlendirerek, idaresi altındaki bütün toprakları askerî açıdan kontrol altına almayı başarmıştır.

Hz. Süleyman'ın hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgileri daha çok Tevrat ve Kur'ân'da bulmaktayız. Kur'ân-ı Kerim dışındaki kaynaklarda O'nun hayatı hakkında efsanevî nakillere rastlanmaktadır. Gerçek bilgilerle bu esâtirî nakilleri birbirinden ayırmak oldukça zordur.

Hz. Süleyman, tahta çıkar çıkmaz öncelikle kendisine karşı olanları etkisiz hale getirmiş; yakın dostları ve güvendiği kişilere askerî, idarî ve dinî görevler vermiştir. Hz. Süleyman'ın kurduğu devletin temeli daha ziyade ticarete dayanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, çevresindeki devletlerden bazıları O'nunla ticaret ortaklıkları kurmuşlardır. Hz. Süleyman özellikle başkent Kudüs için büyük çapta harcamalara girişmiş; burada bir sur, Millo adı verilen bir bina ve meşhur Kudüs Mâbedi'ni yaptırmıştır. Bu Mâbet zamanla Yahudiliğin ve ilk dönem Hıristiyanlığının tek dinî merkezi durumuna gelerek, fiziki yapısının ötesinde bir önem kazanmıştır. Diğer taraftan Hz. Süleyman zamanında gelişen milletler arası ticaret ağı, İsrailoğulları arasında fikrî ve dini açıdan evrensellik anlayışının doğmasını sağlamıştır (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 482).

Hz. Süleyman'ın hakîm ve şair yönü de meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 31 babtan meydana gelen Süleyman'ın Meselleri'nin O'na ait olduğu Yahudi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman'ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır: "Rab korkusu bilginin başlangıcıdır"; "Sefihler ise hikmet ve terbiyeyi hor görürler" (I. bab, 7. cümle). Bunun yanı sıra, yine Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 8 babtan meydana gelen ve O'nun yazdığı iddia edilen Neşidelerin Neşidesi bölümünde, bir peygambere hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat'ın tahrife uğradığını açık seçik göstermektedir. Neşidelerin Neşidesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar yahudiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak Yahudi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için Süleyman'ın Mezmurları adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat'a alınmamıştır. Tevrat'taki Mezmurlar O'nun babası Hz. Davud'undur.

Hıristiyan literatüründe Hz. İsa'nın "Davud oğlu" diye anılması, O'nun yalnızca Hz. Davud neslinden geldiğini belirtmek için değildir. Hz. İsa'nın aynı zamanda, Hz. Süleyman gibi insanlar ve cinlere hükmeden gerçek bir "Davud oğlu Süleyman" olduğunu vurgulamak içindir (Ana Brit. XX,169). Arap tarihçileri Hz. Süleyman'ın ihtişamlı şahsiyetini, O'nun sihir ve kehanetteki fevkalâde üstünlüklerini, en karmaşık problemleri keskin zekâsıyla çözüşünü vb. fetanetini anlatmak için müstakil eserler yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerim ve İslâm kaynaklarının Hz. Süleyman hakkında verdiği bilgiler Divan edebiyatına da ilham kaynağı olmuştur. Süleymannâme ve Kitab-ı Süleyman, O'nun dini destanî hayatını konu edinen değerli eserlerden sadece ikisidir.

Arap ve Süryani yazılarının icadını Hz. Süleyman'a isnat edenler bulunduğu gibi; Arapça bir çok sihir kitabını O'nun yazdığını iddia edenler de vardır. Hz. Süleyman'la ilgili efsanelerdeki İran tesiri, O'nun Çemşid'le mukayese edilmesine zemin hazırlamıştır (J. Walker, XI,174). Hz. Süleyman'ın mezarı belli değildir. Ancak Kubbetü's-sahrâ (Kudüs) veya Taberiye gölü yakınında bulunduğunu bazı eserler zikretmektedir.

Hz. Süleyman'la ilgili en sağlam bilgiler şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'de mevcuttur. Kur'ân'da, Hz. Süleyman'ın ismi çok geçer. Kur'ân O'ndan Allah'ın gerçek bir rasulû, bir nebi ve peygamberlerin bir numunesi olarak söz ederken, kendisine has meziyetlerini de açıklar. Cenab-ı Hakk'ın zaman ve şartlar gereği her peygamberine ihsan ettiği mucizelerden farklı olarak Hz. Süleyman'a da verdiği bir takım mucizeleri vardır. Kur'ân, öncelikle Hz. Süleyman'ın asla kâfir olmadığını (el-Bakara, 2/102) vurgulamakta ve Allah'ın O'na vahyettiğini açıklamaktadır (en-Nisa, 4/163). Kur'ân'ın bir diğer ayetinde (el-En'am, 6/84). Hz. Süleyman'ın hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği (el-Enbiya, 21/78, 79); kendisine ilim verildiği (en-Neml, 27/15); kuşların dilini anladığı (en-Neml, 27/16); cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı (en-Neml, 27/17) bildirilmektedir. Hz. Süleyman'ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebâ Melikesinin O'nun maiyyetinde müslüman oluşudur (en-Neml, 27/44). Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O'nun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının O'nun emrinde çalıştığı (es-Sebe', 34/12) yine Kur'ân'dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman'ın daima Allah'a yöneldiğini (Sa'd, 38/30); imtihan edilmesi üzerine Rabbından bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbından istediğini (Sa'd, 38/34-35) Kur'ân bize haber vermektedir.

Kur'ân-ı Kerim'den hayat hikâyesini oldukça ayrıntılı bir şekilde öğrendiğimiz Hz. Süleymanın, özellikle Tevrat ve Yahudi kaynaklarında farklı anlatılışı dikkat çekmektedir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Süleyman'ın bu yük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolundaki Tevrat (I Krallar ve II. Krallar)'dan kaynaklanan isnadı şiddetle reddeder. Bir diğer husus da şudur: Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman, bir kavmin çobansız kalan sürüsünün geceleyin başkasına ait bir arazide yayılması üzerine, ortaya çıkan zararla ilgili olarak hüküm vermek durumunda kalmışlardır. Bu meselede Hz. Süleyman'ın hükmü babasının verdiği hükümden daha isabetli olmuştur. Bu önemli hadiseye Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi kaynakları yer vermediği halde; bu konuda da doyurucu bilgileri ancak Kur'ân tefsirlerinden almaktayız.

Yine Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığını (en-Neml, 27/17) açıkladığı halde, gerek Tevrat, gerekse İncil bu konuya hiç temas etmemiştir. Kur'ân dışında hadiseyi ayrıntılı bir şekilde ancak Talmud ve hahamlara ait rivayetler ele almıştır. Ayni şekilde Hz. Süleyman'a kuş ve hayvan dillerinin öğretilmiş olduğuna dair Kitab-ı Mukaddes'te bilgi bulunmamasına karşılık Kur'ân-ı Kerim önemine binaen bu meselede bizleri bil gilendirmiştir. Biraz farklı olmakla beraber bu konuda İsrail kaynaklı eserlerde (Yahudi Ansk. XI, 439 vd. ) bilgi bulunmaktadır.

Hz. Süleyman adının geçtiği her yerde, Sebâ Melikesinin adı da hemen hatırlanmaktadır. Bilindiği gibi Yemen'deki Sebâ devleti, melike Belkıs tarafından idare edilmektedir. Belkıs'ın müslüman oluşu Hz. Süleyman'ın, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlayan mektubuyla gerçekleşmiştir. Hz. Süleyman'la Sebâ Melikesi arasında geçen kıssa Kur'ân-ı Kerim (en-Neml, 27/20-44), Tevrat (II. Tarihler, IX,1-12) ve İncil (Matta, XII, 42; Luka, XI, 31)'de çeşitli şekillerde zikredilmiştir. Ancak bu kıssanın Yahudi şifâhî rivayetlerinde geçen şekliyle Kur'ân'daki anlatılışı arasında büyük bir benzerlik tesbit edilmektedir (Mevdudi, Tefhim, (Türk. çev.) İstanbul 1987, IV,103). Ancak Hz. Süleyman ile çağdaş olan Sebe kraliçesinin Belkıs olup olmadığı değildir. Zira Milattan sonra 250'li yıllarda yaşayan ve adı Belkıs olan bir Himyeri Kraliçesi bilinmektedir. Müfessirlerin yakın tarihte ismi bilinen Belkıs ile Hz. Süleyman'ın çağdaşı olup, ismi bilinmeyen kraliçeyi barıştırmış oldukları görülmektedir.
Asri_Saadett
Sal Nis 17, 2012 1:47 pm
 
Foruma git
Konuya git

Peygamerlik tanımı

PEYGAMBER, PEYGAMBERLİK

Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.

"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir (Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor (Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).

Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden geldiğini ileri sürerler.

Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara bildirdikleri için "enbiya" denmiştir (İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128).

Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "resul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan "rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i kirâm, mürselîn" denmiştir (el-Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi).

Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "resul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.

Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir (bk. el-Butî, a.g.e., s. 173).

Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "resul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi" kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "resul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda "resul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve resul şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır (Nebî ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için bk. et-Taflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, Şerhul-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40; el-Bûtî, a.g.e., 173).

Peygamberlere İman ve Önemi

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen birçok ayetlere ve Peygamberimiz (s.a.s)'in bazı sahih hadislerine göre Allah Teâlâ'nın razı olduğu yegâne hak din olan İslâm'da iman esaslarından biri de, Allah (c.c.) tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen bütün peygamberlere iman etmektir. Bu ortak esas, İslâmda iman esasları arasında yer alan çok önemli bir rükündür. Çünkü "meleklere" iman edilmeden, "İlâhî kitaplara" inanmak mümkün olmadığı gibi, bu kitabları insanlara tebliğ etmekle görevli ve sorumlu olan "Peygamberlere" iman edilmeden de, mukaddes kitablara iman etmek mümkün değildir.

Gerçek şudur ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olmaz. Çünkü peygamberler, Allah Teâlâ'nın insanları irşad için gönderdiği birer ilâhî elçi olarak kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri, emir ve yasakları yalnız tebliğ etmekle kalmazlar; aynı zamanda bu hükümleri kendi nefislerinde aynen tatbik eder ve günlük hayatımızda fert ve toplum olarak nasıl uygulayacağımızı gösterirler. Peygamberler, herkes tarafından takip edilebilecek üstün vasıflı, yüksek ahlâklı, kâmil ve örnek insanlardır. Onlar, her hususta çok güzel birer örnek oldukları için, insanları kolayca etkiler, onlara Allah sevgisi ve O'na imanı aşılar ve peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklikler yaparlar. Çünkü nefsi ve aklı ile başbaşa olan insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak yine birer insan olan, günahlardan arınmış (masum) peygamberlerin önderliğinde başarılabilir. Onun içindir ki, melekler insanlara değil, yalnız peygamberlere elçi olarak gönderilmişlerdir: "(Onlara) de ki: Eğer yeryüzünde yaşayıp huzur içinde dolaşanlar melekler olsaydı, muhakkak Biz, onlara gökten melek bir peygamber indirirdik" (el-İsrâ, 17/95).

Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre, peygamberlik müessesesi ve ilâhî kitaplar Allah Teâlâ'nın insanlara lutfettiği manevî bir hediye (mevhibe-i ilâhiyye)dir. Âlemleri yaratan Allah (c.c) insanlar ve milletler arasında bir fark gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği gibi, ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de aynı ilâhî esasa göre insanlık âlemine ihsan etmiştir. Bu yönden peygamberlik, lutfu ve rahmeti sonsuz olan Rabbulâlemin'in bütün dünya milletlerine dağıttığı ilâhî bir hediyedir. Madem ki insanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah (c.c) tarafından seçilerek gönderilen masum (günahsız) peygamberlere ve onlara indirilen ilâhî vahye muhtaçtırlar; o halde bütün insanların Rabbı, Hâlık ve Râzıkı olan Allah Teâlâ, elbette ki kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi içinden seçtiği peygamberler gönderecektir. Nitekim bu husus Kur'an-ı Kerimde şu ayetlerle açık olarak beyan edilmiştir: Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (el-Fâtır, 35/24), Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus,10/47. Ayrıca bkz. en-Nahl 16/36; er-Rum, 30/47; ez-Zuhruf, 43/6; er-Ra'd 13/8; İbrahim,14/4; el-İsrâ,17/15).

Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan mümtaz ve sadık kullar, Allah tarafından seçilen ilâhî elçilerdir.

Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, yalnız İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e değil, dünya milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. el-Bakara süresinde; Deyiniz ki biz Allah'a, bizlere indirilen (Kitab)'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ ya verilenlere iman ettik. Onları biribirinden (peygamber olarak) ayırmayız” (el-Bakara, 2/136) buyrulmaktadır. Ayette geçen "nebiyyûn" kelimesi ile, daha önce gönderilen diğer peygamberlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.

İşte İslâm dini, bütün peygamberlere inanmayı, "iman esasları"ndan ve İslamın temel prensiplerinden saymakla (bkz. el-Bakara, 2/177 ve 285, en-Nisâ, 4/ 136), hiç bir dinin erişemediği derecede şumullü bir insanlık dini olmak vasfını kazanmaktadır. Bütün dünya milletlerine hitap etmek suretiyle de, insanları bütün beşeriyeti içerisine alan bir kardeşliğe, sulh ve sukûna, saadet ve selâmete davet etmektedir. Bu bakımdan, her müslüman icmâlî olarak (kısaca); başta Hz. Muhammed (s.a.s) olmak üzere, daha önce gönderilen bütün peygamberlere; tafsili olarak da, Kur'an-ı Kerim'de isimleri zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı iman etmeleri, ayrıca, Allah (c.c) tarafından önceki milletlere gönderilen ve adları bildirilmeyen bütün peygamberlere toplu olarak iman etmeleri gerekir (el-Bûtî, a.g.e.,186-191; Ali Arslan Aydın, en-Nübüvve Fil-Kur'an ve İnde Felasifetil-İslâm, Kahire 1958, s. 5-9 ve İslâmda İman ve Esasları 6. Baskı, İstanbul 1990, s. 184-187).

Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere gönderilen peygamber, yalnız Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Hz. Muhammed (s.a.s) ilk peygamber Hz. Adem'den itibaren zaman zaman çeşitli milletlere gönderilen peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. O, peygamberler zincirinin son altın halkasıdır, Hâtemül-Enbiyâ'dır. O'ndan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Bu, İslâmın ve en son Mukaddes Kitab Kur'an'ın bildirdiği bir gerçektir:

Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve (Allah ozabı ile) korkutucu olarak gönderdik" (es-Sebe; 34/28);

"De ki, (Ya Muhammed): Ey insanlar! Ben göklerin ve yerin mülkü olan Allah'ın, size, hepinize gönderdiği peygamberiyim" (el-A'raf, 7/158). Hz. Muhammed (s.a.s)'den başka hiç bir peygamberin bütün dünya milletlerinin hepsine birden gönderildiğine dair ne Kur'an'da, ne de başka bir kutsal kitabda açık bir ayet bulunmamaktadır.

Peygamberlerin Adedi ve İsimleri Kur'an-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içinden seçilen bir peygamber gönderildiği açıkça beyan edilmiş ise de, (el-Fâtır, 35/24; Yunus,10/47; el-İsrâ, 17/15) peygamberlerin adedi ve her birinin ismi bildirilmemiştir. Nitekim en-Nisa süresinde (4/ 164)

"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" buyurulmuştur. Gerçi peygamberimizin bir sahih hadisinde yüz yirmi dört bin gibi bir sayıdan bahsedilmiş ise de; bu adet kesin değildir. Kur'an'da yalnız 25 peygamberin isimleri zikredilmiştir. Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, ishak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yünus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (s.a.s) hazretleridir.

Ehl-i Sünnete göre; peygamberlerin sayılarını tahdid etmemek daha doğrudur. Çünkü sayının tespit edilmesi halinde, eğer rakam büyük olursa, gerçekte enbiyadan olmayanların peygamber sayılanlar içine katılması; eğer küçük olursa, enbiyadan olanların peygamberlerden sayılmaması gibi bir durumla karşı karşıya kahnabilir (bkz. et-Taftazânî, Şerhul-Akâidi'n-Nesefıyye ve Havaşîhi, s. 460-465; Aliyyul-Korî, Şerhul-Fıkhıl-Ekber, s. 102-104: Abdurrahman el-Cezirî Tavdihu'l-Akaid Fi İlmi't-Tevhid s. 136-138).

Peygamberlerin Sıfatları

Bütün peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara gönderildiklerine göre, hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn, akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette itibarlı ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.

Onların diğer insanlardan ayn, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır. Bu sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma liyakatını kazanmış olurlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, peygamberliğini kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (el-En'âm, 6/l?4). Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet, sadakat fetânet, ismet, tebliğ.

1. Emânet Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.

Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez. Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c) peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.

Kur'an-ı Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır: Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti: "Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım" (el-A'raf, 7/68). eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin kavimlerine, "Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir (bkz. 26/108, 125, 143, 162, 178).

Peygamber olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle demiştir: "Babacığım, onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır" (el-Kasas, 28/26). Hz. Musa, Medyen'den Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle demişti: "Allah'ın kullarını bana bırakın. Çünkü ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim" (ed-Duhân, 44/18).

Hz. Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında toplum içinde en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş toplumu ona "el-Emîn" lakabını takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya varabilecek bir anlaşmazlık çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen Benü Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği görüldü. Kureyşliler topluca "İşte el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız" dediler (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, I, 209; İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, V, 319; İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 45; Taberî, Tarih, Mısır 1.326, II, 201).

2- Sıdk Sıfatı: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz değildir. Aksi halde, insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan, pey'gamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz. Oysa Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine "Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre, peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile vasıflanmaları vâcib; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.

Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir: "Ey Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü sözü doğru, sıddîk bir peygamberdi" (Meryem, 19/41);

"Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o, çok doğru bir rıebî idi" (Meryem, 19/55); Hiç bir peygambere kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk" diyememiştir.

Peygamberlerin emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden, arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da, "O Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter" (el-Ahzâb, 33/39) buyurulur. Bir peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz. "Bir peygamber için emânete hıyânet etmek olur şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/161)

3- Fetânet Sıfatı

Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar; kendilerine inananları irşad ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.

O halde peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Haklarında zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir.

Kur'an'da peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:

"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya kalkma. Rabbim ilmimi artır, de" (Tâhâ, 20/114); "Ey Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir" (Kıyâme, 75/16-17). Vahyin gelişi sırasında ezberlemek işin dilini Kur'an'la hareket ettirmesi onun fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için acele etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.

4- İsmet Sıfatı

İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.

İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş ayrılıkları mevcuttur.

Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur (Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122). İsmet, peygamberler iğin gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.

Peygamberlerden günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı. Kur'an'da: "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın" (Hucurat, 49/6) buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an'da, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber de size şâhit olsun " (el-Bakara, 2/ 143). Kıyamette şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şâhitiği de teyid edilmiş olmaktadır (er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III, 8).

Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip, masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44); "Ey insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir" (es-Sâf, 61/2-3). Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır. "Allâh ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi" (el-Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III, 8; İsmetü'l E'nbiyâ, s. 42, 43).

Ehl-i sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de bazı peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini düşündüren örneklere rastlanır. Hz. Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi (el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23); Nuh aleyhiselâmın iman etmeyen oğlunu gemiye almak iğin duâ etmesi (Hud, 11/45-47); Hz. İbrahim'in putları kendi kırdığı halde, kavmine kimin kırdığını büyük puttan sormalarını istemesi (el-Enbiyâ, 21/57, 62, 63); Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi (Hud, 11/77-79); Hz. Musa'nın bir şahsın ölümüne sebep olması (Kasas, 28/15); Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terketmesi (el-Enbiyâ, 21 /87-88); Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi (Sâd, 38/21-25); Hz. Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru soran ve bir ama olan Abdullah b. Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi (Abese, 80/1-12) örnek verilebilir. Ancak bu ve benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten önceye aittir veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır. Çünkü eğer peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş olmazdı.
Asri_Saadett
Sal Nis 17, 2012 2:23 pm
 
Foruma git
Konuya git

En iyi Buğday

En iyi Buğday
Her yıl yapılan ''en iyi buğday'' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:
-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.
-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,
-Neden olmasın, dedi çiftçi.
-Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine
yardımcı olmam gerekiyor.

Ders: Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder paylaştikcada büyür, Cogalir. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir Yanlisa götürür .
Asri_Saadett
Çar Nis 18, 2012 9:57 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: DÜŞÜNME ZAMANI...

Emegine Saglik Hacegan kardesim Paylasimlarin icin Allah Razi Olsun


Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Çar Nis 18, 2012 6:08 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: ALLAHIN MERHAMETİ VE RAHMETİ...

Kim hayra ve barışa yönelik bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara asla zulmetmez.
Yüce Allah’ın rahmeti insanın tüm nankörlükleri ve günahlarına rağmen gazabını geçmiştir.
… dilediğim kimseyi azabıma hedef kılabilirim, fakat RAHMETİM HERŞEYİ KUŞATMIŞTIR.

Allahın rahmeti gazabını geçmiştir.Sıfatlarından,rahmetini ve merhametini yansıtanlar biz insanlar ve diğer tüm varlıklar için yaratılışın amaçlarından gösterilebilir. Allahın hiçbirşeye ihtiyacı olmadığından intikam alma,azaba çarptırma,cezalandırma gibi sıfatlarının yarattıklarına tecelli ettirmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Yani yaratılış gayesi bir azap değil bir merhamet üzerine kuruludur. Rahmetini yarattıklarına tecelli ettirmesi yine ihtiyacından değil bizim onun rahmetine ihtiyacımızdan kaynaklanır.
Yüce Allah azaba çarptırmak için biz insanları yaratmamıştır,rahmetini merhametini ve bereketini bizlere göstermek istemiştir

Emegine Saglik Hacegan Kardesim Allah Razi Olsun
Asri_Saadett
Çar Nis 18, 2012 6:06 pm
 
Foruma git
Konuya git

Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum..

Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum..

Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldun? İnsanoğlu, taptaze ışıklarının tüm vücuduna yayılmasını ne zaman izledin kendinde, bir sonbahar sabahı o ılıklığı ne zaman hissettin yüreğinde?.

Bizler aslında bize her günün bir lütuf olduğunu anlamayacak denli duyarsız bir biçimde geçip gidiyoruz bu yaşamdan. Hanginiz sabah gözünü açtığında bunu dünyaya tekrarlıyor:

Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum, gözlerim açık, ilk soluğumu bilinçli bir biçimde çektim içime, bu bir ayrıcalık, bugün özel bir gün, evet.Bugün bana bir gün daha yaşama şansı verildi diye

İnsan yaşamında ne sorunlar var ama biz o kazağı alamadık diye tüm günü o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz ya da sevgiliniz sizin sevginizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz ya da sular gitti diye, hava soğudu diye tüm gün kendimize ve sevdiklerimize surat asıyoruz.

Bir de şöyle düşünelim; siz başlı başına bir yaşamsınız ve yaşamda telafi edilemeyecek tek şey ölümdür. Sular elbette gelecektir, soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz, sevgilin seni anlamıyorsa aslında senin sevdana layık olmadığını pekala algılayabilirsin.

Peki, bu yaşama ne zaman gülümseyeceksin, ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın, en sevdiğin çiçeği neden hala başkalarından bekliyorsun, bugün kendine niye o çiçeği almıyorsun, ne zaman miskinliğinden bir sabah da ödün verip doğanın ısrarla uyanışına kendini de tanık etmiyorsun?

Unutma ki bu yaşamı güzelleştirecek olan da çekilmez hale getirecek olan da sensin, sakın başkalarını suçlama.

Hadi artık her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir soluk çek ve tüm gün verdiğin her soluğun içine bu gülümsemelerden katarak çevrendeki tüm canlı varlıkları varlığından haberdar et. Yaşama öylesine gelme ve de öylesine gitme.

Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında onun kalp atışlarını duyabilecek denli bu dünyada duyarlı yaşamak senin elinde. Tanıdığın ya da tanımadığın olsun, yeryüzündeki canlıların hiç birinden hiçbir zaman,
gülümsemeni esirgeme

Unutma sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve .
Yalnızca bu nedenle bile, senin varlığın çok, çok özel.
Ve şunuda asla unutma nerden geldin nereye gidiyorsun bunu sakın unutma.


Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Çar Nis 18, 2012 6:25 pm
 
Foruma git
Konuya git

EN GÜZEL NASIHATLER 1

KÖTÜ HUYUN ZARARI

"Muhammed Sıbgatullah", Allah adamlarından.
Bir gün Ona sordular, "Kötü huylu" olmaktan.

Buyurdu: ("Kötü insan", kötü bilir herkesi.
Bulunmaz kendisinde, merhametin zerresi.

Nankördür, eşe dosta hiç değildir vefâkâr.
Bir iyilik yapsa da, sonradan başa kakar.

Tanımaz helâl harâm, sakınmaz günâhlardan.
Kimseyle geçinemez, incinir herkes ondan.

Hattâ o, çok yapsa da nâfile ibâdeti,
Alamaz sevâp ecir, boşa gider zahmeti.

Hadîste buyuruldu: (Kötü huylu kimseler,
Huyları sebebiyle, Cehenneme girerler.)

Kötü huylu bir kişi, benzer "kırık testi"ye.
Ne yama kabûl eder, ne de döner eskiye.

Öyle fenâlıktır ki "kötü huy" bir insanda,
Görmez iyiliğinin faydasını Mîzânda.

İster ki, başkasına zarar versin durmadan.
Zîrâ böyle kişiler, zevk alır hep bunlardan.

Hâlbuki kuyu kazsa, birine, biri eğer,
Kazdığı o kuyuya, evvelâ kendi düşer.

Vaktiyle garip biri, bir köyden geçer iken,
Bir fırına uğrayıp, "ekmek" ister içerden.

Velâkin parasını vermek istediğinde,
Bakar ki, hiç parası kalmamış üzerinde.

Bir "Dilenci" zanneder, fırıncı onu o an.
Kalbinden geçirir ki: "Bıktım artık bunlardan".

Bir ekmeğin içine, bolca Zehir koyarak,
Verir o zavallıya, Allah'tan korkmıyarak.

Hiç bir şeyden haberi olmayan o müslümân,
O "Zehirli ekmeği", alıp gider oradan.

Bir köye girdiğinde, rast gelir Genç birine.
Askerden terhis olmuş, dönüyormuş evine.

Acıkmış olduğunu söyleyince genç kişi,
Ona merhametinden, acır ve yanar içi.

Fırıncıdan aldığı ekmeği verir ona.
Gönül râhatlığıyla, devâm eder yoluna.

Genç, orada oturup, o ekmeği yiyerek,
Yürür gider evine, hiç bir şey bilmiyerek.

Lâkin başlar içinde o Zehirin tesiri.
Ve başlar titremeye vücûdunun her yeri.

Artık son nefesini alırken o genç adam,
Der ki: (Ben, köyümüze yeni girmiştim ki tam,

Yolcunun birisinden, bir ekmek alıp yedim.
Ondan sonra başladı titremeye her yerim.)

Bunu duyan fırıncı, başlar bir dövünmeye.
Der: (Eyvâh, o zehiri ben koydum o ekmeğe.

Keşke yapmaz olaydım, yaptığım iş doğru mu?
Ben, kendi elim ile zehirledim oğlumu.)

Ne kadar pişmân olup, üzüldüyse de içten,
Lâkin oğlu ölmüştü, geçmiş idi iş işten.)
------------------------------------------------------------------

MÜFLİS KİMDİR?

"Abdurrahmân Kerkûkî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, şöyle etti nasîhat:

(Kardeşlerim, kaçının her günâh ve harâmdan.
Bilhassa titizlikle, sakının Kul hakkından.

Nitekim Resûlullah, hitâb edip eshâba,
(Müflis kimdir?) diyerek, suâl etti bir defâ.

Dediler ki: (Müflisin, şu ki bizce mânâsı,
Kalmamıştır elinde, hiç malı ve parası.)

Buyurdu: (Asıl müflis, şu kuldur ki ey eshâb!
O, dünyâ hayâtında kazanmıştır çok sevâb.

Namâz oruç, hac zekât, yapmıştır çok hasenât.
O, bu sevaplarıyla mahşere gelir, fakat,

Onun bunun hakkına, tecâvüz eylemiştir.
Kiminin arkasından, gıybetini etmiştir.

Kimisini dövmüş ve sövmüştür diğerini.
Veyâhut incitmiştir, bâzısının kalbini.

Türlü Kul haklarıyla, gelir mahşer yerine.
Verilir sevapları, bu hak sâhiplerine.

Lâkin öyle çoktur ki alacaklı olanlar,
Hepsini ödemeden, tükenir o sevaplar.

Verecek sermâyesi kalmayınca onlara,
O hak sâhiplerinin günâhları, bu defâ,

Onlardan alınarak, bu kula yükletilir.
Hor ve zelîl olarak, Cehenneme itilir.)

Eshâb, bunu duyunca Allah'ın Resûlü'nden,
Ağladılar herbiri, bunun üzüntüsünden.

Bir gün de, eshâbına, Allah'ın sevgilisi,
Buyurdu: (Çok seviniz siz birbirlerinizi.

Vazîfeli bir melek, nidâ eder mahşerde:
(Allah rızâsı için sevişenler nerede?)

Arş-ı âlâ altında, toplanarak o zevât,
Nûrdan kürsîlerinde, beklerler gâyet râhat.)

Bir gün de buyurdu ki: (Birinizin, faraza,
Kapısının önünde, akan bir Nehir" olsa,

O kişi, o nehirde, beş defâ günde eğer,
Yıkansa, üzerinde kalır mı kirden eser?)

Arz ettiler ki: (Hayır, o böyle yapsa şâyet,
Kir kalmaz üzerinde, temiz olur o gâyet.)

Buyurdu ki: (Beş vakit namâz dahî böyledir.
Onu güzel kılanlar, günâhtan temizlenir.)

Bir gün de buyurdu ki: (Ey eshâbım, şimdi siz,
Bir koyun sürüsü'nün "Çoban"ı gibisiniz.

Nasıl ki mes'ûl ise her çoban, sürüsünden,
Siz dahî mesulsünüz, kendi iyâlinizden.

Evlâtları yüzünden, çok anne ve babalar,
O gün, "Veyl" ismindeki Cehennemde yanarlar.

Zîrâ öğretmediler dînini çocuklara.
Sırf "Para kazanma"yı, öğrettiler onlara.

Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak.
Merhamet etmiyecek onlara cenâb-ı Hak.)
-------------------------------------------------------------------

MÜNÂKAŞA ZARARLIDIR

"Abdül'azîz Dehlevî", büyük âlimlerdendi.
Bir gün sevdiklerine, sohbette şöyle dedi:

(Kötü huylardan biri, "Münâkaşa etmek"tir.
Yâni her meselede (Ben haklıyım) demektir.

Hâlbuki münâkaşa, netîceye götürmez.
Hattâ fayda yerine, zarar verir çoğu kez.

Dost ile münâkaşa, azaltır muhabbeti.
Düşmân ile olursa, çoğaltır adâveti.

Münâkaşa sonunda, dostun kalbi incinir.
Hâlbuki gönül yıkmak, "Kâbe yıkmak" gibidir.

Hâlis mü'min, kaçınır münâkaşa etmekten.
Titrer, bir müslümânın kalbini incitmekten.

Vaktiyle bir müslümân, gider bir medreseye.
Bir âlimin yanında, ilim tahsîl etmeye.

Çalışır gece gündüz, aylar geçer aradan.
Lâkin hiç istifâde edemez üstâdından.

Çalışır, gayret eder her gün daha ziyâde.
Yine hiç hocasından edemez istifâde.

En nihâyet üstâdı, çağırır o kimseyi.
Der ki: (Çalışıyorsun dersine gâyet iyi.

Lâkin hiç istifâde etmedin, biliyorsun.
Ve bunun sebebini, çok merak ediyorsun.

Buna sebep şudur ki, gelirken sen bu il'e,
Münâkaşa etmiştin yolda bir mü'min ile.

O mü'minin kalbini kırmış idin bu yüzden.
Hâlbuki kalp kıranlar, mahrum kalır feyizden.

Helâllık almadıkça, gidip ondan ihlâsla,
Bizden, bir istifâden olamaz senin aslâ.)

O da gidip, onunla konuştu, helâllaştı.
Yüksek mertebelere, bir kaç günde ulaştı.

Bir gün de Resûl ile, hazreti Ebû Bekir,
Dururken, yanlarına hayâsız biri gelir.

Hakârette bulunur Allah'ın Resûlü'ne.
Sabreder Resûlullah onun bu sözlerine.

Sıddîk dahî sabreder buna mütemâdiyen.
Sonra dayanamayıp, cevap verir âniden.

Ve der ki: (Ey hayâsız, hiç utanmıyor musun?
Allah'ın Resûlü'ne hakâret ediyorsun.)

Hazreti Ebû Bekir böyle cevap verince,
Resûlullah, oradan ayrılırlar hemence.

Sıddîk bunu görünce, koşup hemen peşinden,
Niçin ayrıldığını sorunca kendisinden,

Buyurur: (Ey kardeşim, o hakâret ettikçe,
Melekler bizimleydi, biz cevap vermedikçe.

Hattâ o, bize öyle hakâretler ederken,
Melekler, (Sen öylesin!) derlerdi ona hemen.

Ne zaman ki sen ona cevap verdin kızarak,
Şeytânlar geldi hemen, melekler ayrılarak.)

Hazreti Ebû Bekir üzülür yaptığına.
O günden îtibâren, Taş koyardı ağzına.)
----------------------------------------------------------------------------

ÖFKE, AKLI ÖRTER

"Muhammed Ezherî" ki, Allah dostu bir velî.
Sohbeti, dinliyene olurdu fâideli.

Bir gün, sevdikleriyle sohbet ederken bu zât,
Kibirden bahsederek, şöyle etti nasîhat:

(Bilin ki, öfke gadap, "Kibir"den hâsıl olur.
Öfkelenen insanda, örtülür akıl, şuur.

İnsan kızdığı zaman, şeytân da fırsat bilip,
Gidip onun boynuna, geçirir derhâl bir ip.

İstediği tarafa sürükler o kimseyi.
Çünkü o, ayıramaz iyi kötü bir şeyi.

O, şeytânın elinde, olmuştur bir oyuncak.
İnsan, "Kızmamak" ile kurtulur bundan ancak.

"Pehlivân" denirse de, yenenlere hasmını,
Lâkin asıl pehlivân, yenendir gazabını.

Biri, Resûlullah'tan nasîhat isteyince,
(Kızma ve sinirlenme!) buyurdular hemence.

O zât, bunu Resûl'den, üç defâ etti talep.
Yine aynı cevâbı buyurdular ona hep.

Îsâ Peygamber dahî, havârîleri ile,
Giderken, karşılaştı yolda Kötü biriyle.

Resûl'e hakâretler eyledi o bî-edeb.
O ise, iyilikle cevap verdi ona hep.

Dediler: (O hakâret etti mütemâdiyen.
Siz, yumuşak cevaplar verdiniz, acep neden?)

Îsâ Nebî, o zaman buyurdu: (Ey insanlar!
Bir kapta ne var ise, dışarıya o sızar.)

Bir gün de buyurdu ki Îsâ aleyhisselâm:
(Gadap ve öfkelenmek, Ateşe misâldir tam.

Nasıl söndürürlerse ateşi, �Su� atarak,
Söndürün hırsınızı, siz de abdest alarak.)

Sahâbeden biri de, Allah'ın Resûlünden,
Nasîhat isteyince, buyurdu: (Kızma hemen!)

Şu "Üç haslet" var ise, bir müslümânda şâyet,
Hak teâlâ o kula, acır, eder merhamet.

Biri "Nîmete şükür", diğeri "Affetmek" tir.
Üçüncüsü, kızınca, "Öfkesini yenmek"tir.

Bir kimse kızdığında, davranırsa yumuşak,
Kalbini, "Îmân" ile doldurur cenâb-ı Hak.

Biri kızdığı zaman, gizlerse gadabını,
Allah da, gizler onun kusûr, kabâhatını.)

Bir gün hazreti Ömer, Resûl'ün huzûruna,
Varıp, arz eyledi ki: (Bir amel söyle bana.

Hem bana kolay olsun o ameli işlemek,
Hem de iki cihânda, fâideli olsun pek.)

Buyurdu ki: (Yâ Ömer, suçluları bağışla.
Kimsenin ayıbını, kimseye deme aslâ.

Koru müslümânların şeref, îtibârını.
Örtücü ol herkesin kusûrunu, aybını.

Eğer böyle yaparsan, kıyâmette muhakkak,
Senin kusûrunu da, affeder cenâb-ı Hak.)
----------------------------------------------------------------------

MUVAFFAK OLMANIN SIRRI

"Abdülhakîm Arvâsî", şânı büyük bir velî.
Îmânı anlatırdı, cemâate ekserî.

Buyurdu: (Bir kula ki, Rabbimiz verdi "îmân",
Öyle ise, nedir ki etmedi ona ihsân?

Ve Allah, bir kula ki, "îmân"ı vermemiştir,
Böyle olduktan sonra, ne ki ona vermiştir?

Ayrıca, Âmentüyü bilip ezberlemekle,
Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.

Asıl îmân şudur ki, kul, korkarak Allah'tan,
Çok küçük olsa bile, kaçınır her günâhtan.)

Bir gün de buyurdu ki: (Olmak için muvaffak,
Tam riâyet ediniz iki şeye muhakkak.

Birincisi şudur ki, işlemeyin hiç "günâh".
Zîrâ günâhkârları, muvaffak etmez Allah.

İkincisi "Duâ"dır, bakın duâ almaya.
Gariplerin duâsı, mühimdir elbet daha.

Kim, bir kulun gönlünü ferahlatırsa eğer,
Yüz senelik teheccüd sevâbı elde eder.

Allah dostu olmayı istiyorsa bir insan,
Cömert olup, kullara eylesin dâim ihsân.)

Bir kişi anlatır ki: (Ben bir ateşperesttim.
Kızımı, oğlum ile evlendirecek idim.

Kesildi düğün günü, çok koyun ve inekler.
Yapıldı çeşit türlü, gâyet nefis yemekler.

Bitişik bir komşumuz, müslümân kadın vardı.
Yetîm çocuklarına, sıkıntıyla bakardı.

Bu kadın, düğün günü gelerek evimize,
Dedi ki: (Biraz ateş verir misiniz bize?)

Lâkin o, esâsında ateş için gelmemiş.
"Belki yemek veririz, diyerek ümitlenmiş.

Benimse, mü'minlere düşmânlığım vardı pek.
Gönderdim onu geri, hiçbir şey vermiyerek.

Bir kaç kere gelince kadın "ateş almaya",
Çalıştım o kadının hâlini anlamaya.

Dehlizdeki deliğe yaklaşıp kulak verdim.
Yetîmciğin sesini, kulağımla dinledim:

(Anneciğim ne olur, son bir defâ gidiver.
Belki bu gidişinde, biraz yemek verirler.)

Annesi diyordu ki: (Ey benim güzel yavrum!
Üç sefer gidip geldim, artık utanıyorum.)

Gördüğüm bu acıklı manzara üzerine,
Bir Sofra hazırlayıp, gönderdim evlerine.

Girdim yine dehlize, gözledim hâllerini.
Yetîmlerin küçüğü, kaldırdı ellerini:

(Yâ Rab, nasıl o bize ettiyse ikrâm, izzet,
Sen de o komşumuzu, islâm ile azîz et.)

Yemin ediyorum ki, bu duâsı bitmeden,
Hidâyet geldi bana, değişti kalbim hemen.

"Şehâdet"i getirip, girdim islâm dînine.
Kurtuldum yetîmlerin duâsı hürmetine.
--------------------------------------------------------------

EY GÂFİL İNSAN!

"Ni'metullah Geylânî", âlim ve velî bir zât.
Vaaz ve derslerinde, ederdi çok nasîhat.

Bir gün de buyurdu ki: (Bu hak dostu velîler,
İnsanları, küfürden çekip alıverirler.

Onların huzûrunda, edebsizlik eylemek,
Felâkete götürür, dikkatli olmak gerek.

Allah'ın kullarıyle, iyi geçinmek için,
İşlerinde, kolaylık gösterin her kişinin.

Zîrâ buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sakın zorlaştırmayıp, kolaylık gösteriniz.)

Her kim ki, günâhına hâlisen olsa pişmân,
Affeder o günâhı Allahü azîmüşşân.

Kim, yalnız Dünyâ için hep gayret gösterirse,
Sonunda, muhakkak ki pişmân olur o kimse.

Ey bu harâb olacak evi tâmir eyliyen!
Fazla emek verme ki, bir gün çıkar elinden.

Bu dünyâ bir Köprüdür, sen geçip gitmeye bak.
Kimseye kalmamış ki, sana kalsın bu konak.

Harâb olacak şeye, bu îtinâ, bu meyil,
Akıllı olanların yapacağı iş değil.

Ey aklını, fikrini, dünyâya veren kişi!
Vaz geç ki, Hak teâlâ beğenmiyor bu işi.

Zîrâ yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Yalnız Hak teâlâya, ibâdet eylesinler.

Ey gönlünü dünyâya kaptıran gâfil insan!
Yaldızlı süslerine aldanma sakın amân!

Dışı Güzel görünür, lâkin aldatıcıdır.
Üzeri şeker kaplı, içi gâyet acıdır.

O öyle bataktır ki, yutar çok insanları.
Ona aldananların, hüsrân olur sonları.

İnsanların kalbini, bakın ki kazanmaya,
Zîrâ bu sebep olur, "Hak rızâsı" almaya.

Her insana edin ki çok iyilik ve ihsân,
Zîrâ lutf-ü ihsânın, kulcağızıdır insan.

Sana zarar, sıkıntı gelirse birisinden,
Ona gücün yetse de, affedici ol hemen.

Ey insanoğlu, sakın, unutma hiç Rabbini.
Çıkarma hâtırından, O'nun emirlerini.

Rabbin bahşetmiş sana, ne mükemmel âzâlar.
O'nun emrine göre kullan ki, yanmıyalar.

Allah'tan başkasından, etme ki bir şey talep,
Onlar da, senin gibi, âciz birer Kuldur hep.

Allah'ın kullarına, ver ki neş'e ve sevinç,
Âhirette sıkıntı görmiyesin sen de hiç.

Gizle, ifşâ etme ki herkesin günâhını,
Gizlesin Allah dahî, yârın senin aybını.

Sen, darda kalanlara yardım et ki bu günde,
Allah da, yardım etsin sana mahşer gününde.

Ey genç, gençliğin ile gururlanma ki zinhâr,
Genç iken ölüp gitti, nice tâze fidanlar.)
-----------------------------------------------------------------------------------

KİBİRLİ HÜKÜMDÂR

"Veliyyullah Dehlevî", âlim ve velî bir zât.
Bir gün sevdiklerine, anlattı şunu bizzât:

Vaktiyle çok gururlu ve kibirli bir Sultân,
Ülkesini gezmeyi, arzu eder bir zaman.

Ata binip, yanına, alır avanesini.
Çıkar bir gezintiye, dolaşır ülkesini.

Giderken bir haşmetle, hem de gururlanarak,
Karşısına, bir kimse çıkar âni olarak.

Yamalı elbiseli, ihtiyar bir kimsedir.
Yanına yaklaşarak, evvelâ selâm verir.

Sultân, almaz selâmı kibir ve gurûrundan.
O der ki: (Senin ile bir işim var ey sultân!)

Sultân ona kızarak, der ki: (Ne istiyorsun?
Sen, hangi cesâretle bana söz söylüyorsun?)

Atının dizginini tutarak o ihtiyar,
Der ki: (Ey mağrur sultân, seninle bir işim var!)

Çâresiz kalan sultân, ondan kurtulmak için,
Der ki: (Söyle bakalım, benimle neymiş işin?)

Der ki: (Bu, âşikâre söylenecek şey değil.
Gizlidir, onun için bana doğru az eğil.)

Sultân, ister istemez eğilince o yana,
(Ben Azrâil'im!) diye, bildirir o sultâna.

O bunu öğrenince, soğur eli ayağı.
Üzülür, rengi kaçar, çözülür dizi bağı.

Kekeliyerek der ki hazreti Azrâil'e:
(İzin ver, görüşeyim gidip âilem ile.)

Lâkin O, bir an bile sultâna vermez izin.
Alır hemen rûhunu, bir an beklemeksizin.

Sonra o kıyâfetle, oradan ayrılarak,
Bu sefer bir Mü'mine, gelir âni olarak.

Ona yaptığı gibi, selâm verir ilk önce.
O, tebessüm ederek, cevap verir hemence.

Azrâil, ona dahî hitâb edip o zaman,
Der ki: (Biraz işim var seninle ey müslümân!)

O der: (Hay hay efendim, emrin baş üzerine.
Ne gibi hizmet varsa, getireyim yerine.)

O zaman Melek der ki: (Ey müslümân kardeşim!
Ben ölüm meleğiyim, seninle budur işim.)

O der ki: (Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.
Ben de sizi beklerdim, beni sevindirdiniz.

Lâkin ricâm şudur ki, çabuk olun az daha.
Rûhumu, bir an önce kavuşturun Allah'a.)

Melek der ki: (Ey mü'min, benden bir arzun var mı?
Rûhunu, ne şekilde istiyorsun almamı?)

O der ki: (Mâdem öyle, izin ver bana biraz.
Abdest alıp kılayım, iki rekât bir namâz.

Ben, ikinci rekâtin secdesini yaparken,
Sen de tam o sırada, rûhumu kabzet hemen.)

Kabûl eder Azrâil onun bu ricâsını.
Secdede, incitmeden alıverir canını.
------------------------------------------------------------------------

DİNDE KOCANIN HAKKI

"Muhyiddîn İskilibî", âlim ve velî bir zât.
"Koca hakkı" bâbında, şöyle verdi îzâhât:

(Bir hanım var idi ki, zamân-ı seâdette,
Bey'ine, gâyet iyi bulunurdu hizmette.

Akşam eve gelince, alırdı paltosunu.
"Neşe" ve "Güleryüz"le karşılardı hep onu.

Beyi de neşeliyse, Rabbine şükrederdi.
Şâyet üzüntülüyse, o zaman şöyle derdi:

(Üzüntünün sebebi "Âhiret"se, ne âlâ.
Senin bu üzüntünü çoğaltsın Hak teâlâ.

Yok, "Dünyâ için ise, gidersin cenâb-ı Hak.
Ve lâkin dünyâ için, üzülüp etme merak.

Dert, "Âhiret derdi"dir, üzülme başka şeye.
Hele bu "Dünyâ" için, hiç değmez üzülmeye.)

Bir hanımın, bey'ine davranışı bâbında,
Âlimler buyurdu ki, bir çok kitaplarında:

(Hanımın üzerinde, beyin çok hakkı vardır.
Bu bâbta, Resûlullah şöyle buyurmaktadır:

(Beyinin hukûkunu gözetmezse bir kadın,
Gözetmemiş sayılır hakkını da Allah'ın.)

Beyine "Asık yüzlü, somurtkan" dursa şâyet,
Allah'ın gazabına dûçâr olur nihâyet.

Bir kadın, çok hizmetler etse dahî beyine,
Yaptığı bu hizmeti, "Az görmeli" o yine.

Beyinin rızâsını alırsa hanım şâyet,
Cennete girmesi de, kolaydır onun gâyet.

Zîrâ bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
(İnsana secde etmek câiz olsaydı eğer,

Emrederdim, "Beyine secde etsin hanımlar!"
Zîrâ kadın üstünde, beylerin çok hakkı var.)

Kadın, almak isterse Allah'ın rızâsını,
Almalıdır beyinin rızâ ve duâsını.

Fâtıma vâlidemiz, bir gün Resûlullah'a,
Ziyârete geldi ve başladı ağlamaya.

Peygamber Efendimiz, üzüntü duydu bundan.
Buyurdu ki: (Ey kızım, nedir seni ağlatan?)

Dedi ki: (Babacığım, efendim Alî'yle biz,
Bir husus üzerinde konuşurken ikimiz,

Kırıldı bu gün bana, bir kelimem yüzünden.
Lâkin özür diledim hemence kendisinden.)

Buyurdu ki: (Ey kızım, bir hanımın kocası,
Eğer ondan râzıysa, Allah da olur râzı.

Bilir misin, kadına, en üstün amel nedir?
Kocasının emrine itâat eylemektir.

Müjde o hanıma ki, râzıdır beyi ondan.
Ve üstündür bu hâli, "bin yıllık tâatı"ndan.

Bir kadın, gözetirse kocasının hakkını,
Ölmez o, görmedikçe Cennette makâmını.

Kadının, beyi ile oturması bir zaman,
İyidir o kadının, Kâbeyi tavâfından.)
--------------------------------------------------------------

HANIMA NASIL DAVRANMALI?

İslâm âlimlerinden, Hasen Fehmî Efendi,
Âile seâdeti bâbında şöyle derdi:

"Güzel huylu" olmalı bir erkek hanımına.
Şefkat ve muhabbetle davranmalı hep ona.

Ev içinde, dâimâ "Güler yüzlü" olmalı.
Ona karşı yumuşak ve nâzik davranmalı.

Önce selâm vermeli, girince eve erkek.
Hatırını sormalı, hem (Nasılsın?) diyerek.

Neş'esiz, üzüntülü görürse onu eğer,
Tesellî eylemeli söyleyip güzel şeyler.

Onu "Çok sevdiğini" bildirmeli kendine.
İştirak etmelidir sevincine, derdine.

Ağır ve zor işleri, meselâ çarşı pazar,
İşlerini, hanıma yaptırmamalı zinhâr.

Kolaylık göstermeli ona ev işlerinde.
Ve yardım etmelidir, çocuk terbiyesinde.

Yemede, giyinmede, imkânı varsa şâyet,
İyisini almaya etmeli sa'y-ü gayret.

Onu, hiç bir sûrette aslâ dövmemelidir.
Dövmek değil, "Sert" bile, hiç söylememelidir.

Resûlullah buyurdu: (Eşini dövse bir zât,
Bilsin ki, dâvâcısı mahşerde benim bizzât.)

Onun huysuzluğuna sabırlı olmalıdır.
Bir günden daha fazla dargın durmamalıdır.

Ahlâkında, huyunda değişiklik görünce,
Kabâhati, kendinde aramalı ilk önce.

Görmezlikten gelmeli, bâzı kusûrlarını.
Gizlemeli herkesten, ayıp ve sırlarını.

Ona, yanında iken ve yanında olmadan,
"Hayır duâ" etmeli, kaçmalı "Bedduâ"dan.

Çünkü o, gece gündüz beyi için çalışır.
Ve onun en vefâlı "Hayat arkadaşı"dır.

Onun, kat'î sûrette kırmamalı kalbini.
Zîrâ o, beyi için adamıştır kendini.

Bâzı erkek vardır ki, nâziktir ona buna.
Lâkin "Arslan kesilir evinde hanımına.

Önemsiz bir şeyleri bahâne eyliyerek,
İncitir hanımını, hakâretler ederek.

Şunu bilmelidir ki, "Kalp kırma"nın günâhı,
Sanki yıkmak gibidir, kazmayla Beytullah'ı.

Hattâ en büyük günah, "Küfür"den sonra gelen,
Mü'mini incitmektir, şu veyâ bu sebepten.

"Îmân"dan sonra ise, en kıymetli ibâdet,
Bir mü'minin kalbini sevindirmektir elbet.

Yine bilmelidir ki, hanım "Esir" değildir.
Rabbin bir emâneti, bir "Cennet nîmeti"dir.

Bu yüzden, hanımını üzmemeli bir erkek.
Ve ona güvenmeli, çok muhabbet ederek.

Öyle olmalıdır ki hanımıyla gerçekten,
Bilsin ki: "Beyim beni, çok seviyor herkesten
Asri_Saadett
Pzr Nis 22, 2012 7:28 am
 
Foruma git
Konuya git

Sanalkahve Dostlarımla paylaşacağım Konu Sevgi üzerine

Bu gün sanalkahve dostlarımla sevgi üzerine yazmaya çalışacağım.Elimden geldiği
ölçüde sevginin hayatımızdaki rolü ve önemi üzerine yazmaya çalışacağım
Rabbimin izini keremi ile inşallah muktedir olurum..
İnsan yaradılışı itibarı ile sevgi ile yaratılmış
yaşadığımız dünyada halife kılınmıştır.
İçinde sevgiyi barındırmayan insan, nefretle dolar ve insanlıktan uzaklaşır.
Alemlerin yaratıcısı olan yüceler yücesi rabbimiz sevgi,merhamet ve insani olan
bir çok vasıfları yaradılışta biz insanlara vermiştir.
Nefret etmeden birine kötülük yapamazsınız.
Nefret etmeden birini öldüremezsiniz. Nefreti içinde
barındırmak isteyen insan, önce kendisinden nefret etmek zorundadır. İçinde
nefreti yaşatan insan yüreğindeki sevgiyi kovmuştur. Artık onu bulması çok
zordur ve bunun bedelini ödeyecektir. Bir düşünelim annenin evlada olan sevgisi
kaldıki bu güdü hayvanlar aleminde bile vücut bulmuş en vahşi hayvanların bile
yavrularına birer şefkat merhamet sevgi timsali olduğu gözlenmektedir.

Neden sevgi?

Neden bu kadar önemli hayatımızda hiç düşünebiliyormuyuz!!
Bütün dinler toplumlarda önce ahlaki değerleri ve bu değerler yanında olmaz ise olmaz
olan sevgiyi ön plana çıkarıyor.Allah resulünün hayatı,yaşamı sevgi üzerine kurlulu
değilmiydi? “bir kula tebessüm etmek sadaka yerine geçer” sözü ne kadar manidar ve
anlamlı değilmi?
Sevgisizlik ağır bir yüktür ve insan bundan kurtulmak için çok kötü şeyler yapabilir.
Acımak, sevgi değildir. Üstünlük iddiasıdır.
Hoşgörü sevgi değildir, istemediğine katlanmaktır.
Bağımlılık sevgi değildir, gereksinmenin karşılanmasıdır.
Sevgi, değer vermesini bilmektir.
Sevgi, yaşama hakkını kabul etmektir.
Sevgi, varolmaktan kıvaç duymaktır.
Sevgi, birlikte olmaktan sevinç duymaktır.
Sevgi, eşitliğin duyumsanmasıdır.
Sevgi, tüm yapay ayrımların yaşamdan çıkarılmasıdır.
Sevgi, bilinçtir, sevgi insan olmaktır.
Sevgiyi yaşamımızdan kovup, yerine parayı koyarsak eğer;
para için yaşıyoruz,
para için eğitim görüyoruz,
para için meslek ediniyoruz,
para için çalışıyoruz,
para için birbirimizi çiğniyoruz,
para için birbirimizi aldatıyoruz,
para için savaşıyoruz demektir.
Sevgiyi yaşamımızdan kovup, yerine üstün olmayı koyarsak eğer; üstün olmak
için yaşıyoruz,
üstün olmak için yarışıyoruz, üstün olmak için kendimizden başkasının aşağı
olmasına çalışıyoruz demektir.
Sevgiyi yaşamımızdan kovup, nefreti içimize çağırırsak eğer; birbirimizden
nefret ediyoruz,
nefretle yaşıyoruz, nefretle çalışıyoruz, nefretle dövüşüyoruz, nefretle
öldürüyoruz demektir.
Para, üstün olmak ve nefret etmek; yaşamımızı dolduruyorsa eğer, yaşamımız
da savaşlarla,
dünyayı yağmalamakla, birbirimizi boğazlamakla geçer.
Sevginiz olmadıktan sonra, daha çok paranız olsa, daha üstün olsanız, daha
çok toprağınız, eviniz, arabanız, malınız olsa ne olur?
Allah kulunu sevgi ile yarattı ve iki cihan güneşi sevgi ve merhametin sembolu olarak dünyamızı aydınlatmakta iken bizim yaptığımız nedir sizce?

Sevginiz yoksa hiçbir şeyiniz yoktur Sevgisiz bir insanın hem bu dünyası
hem ahireti heba olmuş rabbine uzanan yol kapanmış demektir.
Yunusun dediği gibi”yaradılanı severim yaradandan ötürü” bu söz
hayatın anlamı değilmi sevgili SanalKahve dostları…
Sevgi ışığınız hiç solmasın sevgi ve muhabbetlerimle
_________________

Bir hayatki Sonu cennettir
Sıkıntıdan ne çıkar?

Bir Hayat ki Sonu Cehennemdir
Rahatından ne çıkar?

“Sen Yolcu Bu Yalan Dünya Hancıdır.
Öyle Bir Gün Varki Yürekte Sancıdır.
Yer Gök Bir Olup Da Hesap Sorulunca,
En Sevdiğin Bile Senden Davacıdır. ...
Asri_Saadett
Pzr Nis 22, 2012 10:20 pm
 
Foruma git
Konuya git

SIKINTIDA OKUNACAK DUALAR

Sıkıntılardan kurtulmak için sebeplere yapışmalıdır.


Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(İstiğfara devam eden, her sıkıntıdan, her dertten kurtulur, ummadığı yerden rızıklanır) [Nesâî]
(Lâ ilâhe illallah demek 99 belâyı defeder, en aşağısı sıkıntıdır.) [İ.Asâkir]
(La havle ve la kuvvete illa billah okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır.) [Hakim]
(Sıkıntıya düşen veya borçlanan, bin kere "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır.) [Şira]
(Sıkıntılı iken "Hasbünallah ve ni' mel-vekîl" deyiniz!) [İ. Merdeveyhî]
(Yasin okuyanın sıkıntısı gider.) [Deylemî]
(Sabah akşam İhlâs, Felak ve Nas' ı üçer defa okumak, belâ ve sıkıntıları giderir.)
(Lâ ilâhe illallah kable külli şey' in, Lâ ilâhe illallah ba' de külli şey' in, Lâ ilâhe illallah yebka Rabbünâ ve yefnî küllü şey' in diyen sıkıntıdan kurtulur.) [Taberânî]
(Cuma namazından sonra, ihlas, Felak ve Nas' ı yedişer defa okuyan, bir hafta, kaza, belâ ve sıkıntılardan kurtulur.) [İ.Sünni]
(Sıkıntı için şu duayı okuyun: La ilahe illallahülazim-ül-halim la ilahe illallahü Rabbül-Arş-ilazim la ilahe illallahü Rabbüs-semavati ve Rabbül-Erdı Rabbül Arşil-kerim.) [Müslim]
(Sıkıntıya düşen 7 defa Allah, Allahü Rabbi, lâ üşrikü bihi şey' a desin!) [Nesâî]
(Sıkıntı için, "Allah, Allah Rabbünâ lâ şerîkeleh" deyin!) [Beyheki]

Sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, 14 secde âyetini [ezberden, ayakta] okuyup, her birinden sonra, hemen secde etmelidir. (Nur-ül-izah)
(Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil' aliyyil' azîm) okumak, sinir hastalığına ve bütün sıkıntılara iyi gelir.

İmam-ı Cafer hazretlerinin sıkıntıya düşünce, okuyup, sıkıntıdan kurtulduğu duâ şöyledir:
(Yâ uddetî ınde şiddetî, ve yâ gavsî ınde kürbetî! Ührüsnî bi-aynikelletî lâ tenâmü vekfinî birüknike ellezî lâ yürâmü) Anlamı şöyledir: Güçlükte desteğim, sıkıntıda imdâdıma yetişen, her ân görüp gözeten Rabbim, beni muhafaza et, sonsuz kudretinle, bana yardım eyle!

Sadaka vermek ve 70 kere (Estağfirullah min külli mâ kerihallah) demek, sıkıntıları giderir. Bu istiğfarın anlamı, "Ya rabbi, razı olmadığın şeylerden ne yapmışsam hepsini affet, yapmadıklarımı da yapmaktan koru." demektir. Sıkıntı için şunlara da riayet edilmelidir.

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Sıkıntıları sadaka ile önleyin.) [Deylemî]
(İstigfara devam eden, sıkıntılardan kurtulur.) [Nesâî]
(Tarak kullanmak, sıkıntıyı giderir.) [Deylemî]
(Güzel koku ve temiz elbise sıkıntıyı azaltır.) [Bostan]
(Abdestten artan suyu içmek sıkıntıyı giderir.) [Deylemî]
(Akik yüzük sıkıntıyı giderir.) [Ukayli]
(Başkasının sıkıntısını giderenin sıkıntısı gider.) [İ. Ahmed]
(Sıkıntıda duâm kabul olsun diyen, genişlikte çok duâ etsin.) [Tirmizî]
(En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi]

Selam ve dua ile
Asri_Saadett
Pzr Nis 22, 2012 10:25 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: En Büyük Üstad'tan...

Tutku Kardesim cok güzel konular paylastigin icin Tesekkür ederim, Emegine Yüregine Kalemine Saglik

selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Pzr Nis 22, 2012 7:38 am
 
Foruma git
Konuya git

Re: Cennete gideceğini sananlar..hangi kapıda olduğunuzu bil

.3…(1)..Ancak İMAN EDİP… Demek ki cehennem üzerinden geçen bu köprünün birinci kapısı İMAN kapısı. Yani Allah’a, Kuran’a, Peygamberlere ve Ahirete inanmak… Cahiliye dönemimde bunların hepsine inanıyordum…Ama cennete ulaşmam için daha önümde üç kapı vardı ve zaman nasıl akıp gidiyorsa ben de bu kapıda durmamalıydım, diğer kapılara doğru yol almalıydım. Cehennem beni çağırıyor, cennetse “durma diğer kapıları da geç ki bana ulaşasın” diyordu. Demek ki cennete ulaşmak için İMAN ETMEM YETMİYOR olmalı ki Allah beni ikinci kapıya yöneltiyordu…Ama ne yazık ki insanların çoğu cehenneme bu kapıdan yuvarlanıyordu…

Ankebut suresi-2,3- “İman ettim demekle kurtulacağınızı mı zannettiniz. Nasıl iman ettiğinizi ve ne derece samimi olduğunuzu ölçeceğiz.”

3…(2)..SALİH AMEL İŞLEYENLER…Demek ki ikinci kapı buydu. Yani Allah bana “ey kulum beni sevdiğini ve benden korktuğunu söylemen cennete ulaşman için yeterli değil. İnandığını yaptığın işlerle bana kanıtlamalısın. Ben, bana iman ettiğinin delillerini salih amellerinle görmeliyim, melekler görmeli, insanlar ve cinler senin işlediğin salih amellere şahit olmalı. Yani emir ve yasaklarıma uymadığın sürece iman etmen seni cennete götürmeyecek… Oruçla, namazla, zekatla, hacla, ahlakla bunu bana kanıtlamalısın…Ve bunları da yapman seni cennete götürmeye yetmez, daha önünde geçmen gereken iki kapın var” diyordu…İnsanların çoğu da cehenneme bu kapıdan yuvarlanacaktı…

3…(3)..HAKKI TAVSİYE EDENLER…Demek ki üçüncü kapı Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak. Allah’ı insanlara anlatmak, insanlara iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gerekiyordu. Zira İslam tek başına herkesin evinde yaşadığı bir din değil, toplum diniydi… İslam’da kendisini kurtaran kaptan değil, gemisini kurtaran kaptandı ancak. Eğer halkı taşıyan gemi batmışsa zaten kaptan da kesinlikle batacaktı. Efendimiz bir hadiste buyurur ki…”Cebrail AS, Allah’tan bir kavmin helaki emrini alır ve gece vakti yeryüzüne iner. Bir bakar ki pek çok evde ışıklar yanıyor ve o evlerin sahipleri gece namazına kalkmışlar. Acaba der Cebrail AS, ben mi emri yanlış anladım. Allah kendisine ibadet eden kulların üzerine gazap indirmez. Ve tekrar Rabbine döner. Rabbim helak edeceğim kavim içinde pek çok kişi gece namazına kalkmıştı, acaba ben mi emri yanlış anladım der. Allah; hayır git hepsini birlikte helak et. Çünkü o namaz kılanlar dini kendi içlerinde evlerinde yaşadılar ve halk Allah’ın sınırlarını aştığı halde onları uyarıp, iyiliği emredip kötülükten sakındırmadılar. Hepsini birlikte helak et.”…Demek ki üçüncü kapı Allah’ın dininin yeryüzüne hakim olması için kulların verdiği emek kapısıydı, ve Allah bu emekleri görmek istiyordu. Ne var ki bu kapıda da olmamıza rağmen hala cennete ulaşamamıştık daha önümüzde bir kapı vardı…Ve insanların çoğu cehenneme bu kapıdan yuvarlanıyordu…

Ali İmran suresi-142- Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?

Bakara suresi-4-"Yeryüzünde bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla cihad edin.

4…(4)..SABRI TAVSİYE EDENLER…İşte cennetin kapısıydı bu. Bu kapıyı açtığımızda cennetin içinde olacaktık. Rabbim en zor kapıyı en sona bırakmış. Cennetin kapısının üzerine SABIR kelimesini yazdırmıştı…Çünkü iman etmek, ibadet etmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak (cihad) kolaydı. Ya SABIR.! Tadı zakkumdan acı bir meyve… ye yiyebilirsen...

Ali İmran suresi-142- Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?

Bakara suresi-214- Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.

Rabbimiz samimiyetimizi denemek için üzerimize musibet indirir, Allah’ın dinini yüceltmek istedikçe zalimlerin zulmüne uğrarız, SABIR…

Belki kaderin en acısı bizim payımıza düşmüştür, SABIR...

Yüreğimizle imtihan ediliriz, SABIR…

Evli isek eşimizden çekeriz, anne babamızdan, evladımızdan çekeriz, SABIR...

An olur Hz. Yunus olur, dünya bize bir balığın karnı gibi dardır, zindandır, SABIR… Bazen Hz. Eyyub olur, varını yoğunu kaybedip yokluğa, hastalığa duçar oluruz, SABIR…

Hz. İbrahim olur, zalimin, tağutun zulmüyle ateşlerde yanarız, SABIR…

Hz. Yusuf olur, dipsiz kuyulara, zindanlara düşeriz, SABIR…

Bazen de Hz. Yakup gibi özlediklerimizin HASRETİYLE kör olana dek kan ağlarız, SABIR…

Sabır…Sabır…diyebiliyorsak tüm bunlara, işte bunları başardığımızda dokunalım parmaklarımızla Cennetin Kapısına, açılsın… İçeride Rabbimiz, hazırlanmış ebedi misafirlerini bekliyor.

Fecr suresi-27-28-29-30- Ey mutmain olmuş (hoşnut olmuş) nefis, Sen Rabbinden razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” Cennetle müjdelenen kullarımın arasına, Cennetime gir…

Eğer böyleyse, sadece iman etmek cennete girmek için yeterli değilse vay bizim halimize! Yalan söylemeyen, hırsızlık yapmayan hele hele dedikodu, gıybet etmeyen kaç insan vardır? Komşusu açken tok yatanın gerçek müslüman olamayacağını bildiğimiz halde lüksün alasını, israfın daniskasını yapanlar da yine bizleriz. Umudumuz son nefesimizi kelimeyi Sehadet getirerek imanla rabbimizin huzuruna cikmayi, firdevs cennetine gitmeyi nasip etsin insallah Allah cümlemizin yardımcımız olsun...

Selam ve >Dua ile
Asri_Saadett
Sal Nis 24, 2012 2:45 pm
 
Foruma git
Konuya git

Cennete gideceğini sananlar..hangi kapıda olduğunuzu bilin.

Cennete gideceğini zannedenler...hangi kapıda olduğunuzu test edin.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,

Islama sonradan girmiş her insanın bir cahiliye dönemi vardır. İşte ben de, o cahiliye dönemimde Asr suresini okuyuncaya kadar hep cennete gideceğimi düşünürdüm. Çünkü Allah’a inanıyordum, kalbim temizdi, aklıma geldikçe “la ilahe illallah Muhammedun Resulullah” derdim. Bazı günahlarım olsa da, biraz cehennemde cezamı çektikten sonra, nasıl olsa cennete gidecektim ve bundan çok emindim. Çünkü inandığım Allah çok merhametliydi, kullarının hatalarını affederdi. Hep kendimi “Allah’ın rahmeti, gazabını kuşatandır.” diye inandırırdım. Oysaki Allah şu ayetle;

"Ey insanlar! Allah'ın vaadi elbette gerçektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da Allah'ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın." (Fatır suresi, 5)…diyordu. Önce bu ayeti okuyup ardından, Asr’ı okuyuncaya kadar, hep cennete gireceğimden emindim. Oysa ki bu ayetler tam bunun tersini söylüyordu… Fatır süresi-5…geçen ayetle Rabbim beni uyarıyor “kulum sakın ha yaptığın hataları şeytan sana sağdan yanaşıp, Allah’ın rahmetini merhametini ileri sürerek küçümsetip seni tuzağa düşürmesin. Çünkü;

Zilzal suresi;

1-3- Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı, yeryüzü ağırlıklarını dışarıya çı­kardığı ve insanın: "Buna ne oluyor?" dediği zaman;
4-5- İşte o gün, yer Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi haberlerini an­latır.
6- O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük, bölük kabirlerinden çıkacaktır.
7- Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. (onun mükafatını alır)
8- Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür, (onun cezasını çeker)…

Allah ayetleriyle bana zerre iyiliğin ve zerre günahın karşılığını bulacağımı haber vermesine rağmen, ben hala sadece Allah’a, Peygamber’e ve Kitap’a inanıyorum demekle nasıl cennete gireceğime inanıyordum ki…?

İslam’la tanıştığım ilk yıllarda henüz hiç Kur’an meali okumamıştım. Madem ki İslam’a girdim, öyle ise namaz kılmalıyım diyordum ve namaz surelerini ezberlemeye başlamıştım… Asr suresi çok kısa olduğu önce onu ezberlemiş ve bu sure ile yıllarca namaz kılmıştım. Namaza başladıktan sonra artık cennete gireceğimden yüzde yüz emindim… Daha ne olsundu Allah’a, Kuran’a ve Peygamber’e inanıyordum, üstelik artık namazımda vardı, artık kesin cennetliktim…Tâ ki sahabe hayatında şu satırları okuyana dek;

“…sahabeler birbirleriyle karşılaştıklarında önce selamlaşırlar sonra hemen Asr suresini okurlar birbirlerine… ve birbirlerinden ayrılacakları zaman tekrar Asr suresini okuyup selamlaşarak ayrılırlar…”

Çok merak etmiştim bunun sebebini. Kur’anı kerimde onca sure ve ayet varken neden Asrı okuyorlardı ki? Sebep neydi? Merakım beni araştırmaya itti… Yıllardır namazda okuduğum hiçbir surenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Ve ilk kez Kur’anın Türkçesini Asr suresiyle okumaya başladığımda dehşete düştüm…Yoksa ben yıllarca cennete gireceğimi zannetmekle kendimi mi kandırmıştım…!

Allah ASR suresinde şöyle buyuruyor;

1-2...Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. (büyük bir kaybedişdedir)

3…Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna…

Sureyi okurken her kelimesini her cümlesini dikkatlice okuyordum, sahabelerin bu sureye neden bu kadar önem verdiklerini anlamak için…Asırlar önce inen bu sure, yıllarca namazda okumama rağmen benim beynime, yüreğime ve hayatıma şimdi iniyordu…Allah bana bu sure ile şunları mı anlatmaya çalışıyordu…!

1…..Asra (zamana) yemin olsun ki; Düşündüm ki insanlar bunun şirk olduğunu bilmeden (Allah’tan başka şey adına yemin etmek şirktir) en değerli şeyleri üzerine yemin ederler, oğlum ölsün, gözüm kör olsun, anam ölsün ki….vs. Rabbim de zaman üzerine yemin ediyorsa demek ki zaman çok değerli olmalı. Allah zamana yemin ederek olayın vahametine dikkat çekiyor. İnsanlar bir cennet ümidiyle yaşıyorlar ve bu cennet için ZAMAN TÜNELİNDEN (bize verilen ömür) geçmek zorundalar. Ne kazanacaklarsa bu tünel içinde kazanacaklar, ne kaybedeceklerse yine bu tünel içinde kaybedecekler... Demek ki zaman yani bize verilen ömür, cenneti kazanmak için insanlara verilen en büyük nimet ve bu nimetin hakkını vererek kullanmak lazım, aksi halde;

2…..İnsan gerçekten ziyandadır…Büyük bir kaybediş içindedir, müflistir. Zamanı Allah yolunda kullanmayan kişi heva ve hevesinde kullanarak tüketmiş bir müflistir ve ebediyen kaybedenlerden olmuştur…

Bu ayetlerden sonra Rabbim bize bu kaybedenlerden olmamamız için formül vermektedir, yol göstermektedir. Kulum; eğer Allah’ın rızasını ve cennetini diliyorsan ve cehennemden korkuyorsan, işte sen bir ucu dünyada başlayıp cehennem üzerinden geçen diğer ucu cennette biten bir köprüye, yani SIRATA gireceksin. Ve bu köprü üzerinde sana sırayla dört kapı açılacak. O kapılardan sırayla geçmeden cennete ulaşamazsın. Ve bir sonraki kapıya girmen için bir önceki kapıdan geçmek zorundasın
Asri_Saadett
Sal Nis 24, 2012 2:33 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: YA ALLAH....

Dünya hayatında kurulmuş sistemin anahtarı ise Allah’ın hoşnutluğudur. Kurtuluş bulanlar, “Allah, rızasına uyanları bununla Kuran’la kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16) ayeti gereği Rabb’lerinin rızasını gözetenlerdir.

Emegine Saglik Hacegan Kardesim. allah razi olsun

Selam ve dua ile
Asri_Saadett
Sal Nis 24, 2012 2:49 pm
 
Foruma git
Konuya git

Re: ALLAH IN RIZASINI KAZANMAK

Emegine Kalemine Saglik Kardesim

Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Çar Nis 25, 2012 6:52 am
 
Foruma git
Konuya git

Gönül Huzuru

Gönül sarayını mâmûr etmektir; Sür çıkar ağyârı (diğer şeyler) dilden tâ tecellî ede
Hak Padişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
Gönül huzuru, yerlere göklere sığmayan Yüce Rabbin mümin kulunun gönlüne sığmasıdır (Keşfu’l Hafâ, II, 2256)
Gönül huzuru, kulun Allah’ın hikmet, kudret ve sanatını görüp, binbir tecellîsini düşünerek niyetlerini, hâllerini düzeltmesidir(İsrâ, 44) Her şeyin Allah’ı tesbih ettiği bu âlemde varlıkların kendi dillerindeki tesbihini hissetmesi ve duymasıdır
Gönül huzuru, kalb-i selime ermek ve huzur hâline varmaktır
Gönül huzuru, nisyân ve gafletin tesikurtulmak, zikirle Hakk’a ermektirHer ne yana bakarsa Allah’ın kudret eserlerini görmektirGönül, arş-ı Rahman’dır Gönül huzuru o arşı zararlı şeylerden korumaktır (Dârimi,Büyü, İbn-i Hanbel, IV, 238)
Gönül huzuru, tene ve bedene aid arz ve istekleri, hatta dünya peşinde koşturan aklı, Mustafa (sas)’nın yolunda kurban etmektir
Gönül huzuru, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk bilincine ermek, her ne kadar biz O’nu görmüyorsak da O’nun bizi gördüğü inancıyla yaşayarak kalp huzuruna, sukunete ermektir (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 57)
Gönül huzuru olanca cazibesiyle insanı kendine çağıran dünyaya karşı; “Ben Allah’tan korkarım ve O’na sığınırım” diyebilmektirGönül huzuru; Rabbimizin ribat emriyle (Al-i İmran, 200) cihan mülkünü her türlü maddî düşmandan korur gibi can ve gönül mülkünü, nefs ve şeytanın sinsi düşmanlıklarından korumaktır
Gönül huzuru; “Her nereye yönelirsen Allah oradadır” (Bakara, 115) “Her nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir”(Hadid, 4) ayetleri mucibince, zaman ve mekândan uzak bir surette her an ve her mekânda Allah ile olmak, O’nun zikriyle dolmak ve kalb ile zikirden kalp huzuru, sükûnet bulmaktır
Gönül huzuru; ne servette, ne şöhrette ne de şehvettedir
Gönül huzuru, gönül zenginliğindedir Karun kadar zengin olup veremeyen ve verdiğinde bedeninden bir parçanın koparıldığını hisseden insanın gönlü, ıstırap ve sıkıntı içindedir Herkesçe tanınmak ve şöhrete ermek, tek başına gönüle sadece yüktür Bu yükü kaldıramayan şöhret sahiplerinin gözünde hayat anlamsızlaşmaktadır Şehvetin esiri, sadece nefsanî duyguları için yaşayan insan ise doyumsuzdur Çünkü maddî nimetlerden doyuma erenlerde yeni açlıklar başlar Onlar doyurulup tadılacak bir şey kalmayınca da hayat anlamını yitirir Bu yüzden gönül huzuru; nefsi sınırsız hazlarla doyurmak değil, yaptıklarından haz alabilmektir Özellikle başkalarıyla paylaştığı zamandan, mekândan ve imkandan tat alabilmektir Sevmek ile vermek arasındaki ilgiyi görerek sürekli vermektir
Gönül huzuru, dünyanın elem, sıkıntı,nimet, kaza ve belalarına karşı sabır, şükür ve rıza binitlerine binip yol almaktır Nitekim İbrahim Ethem, yaya olarak hacca giderken binitli bir bedeviye rastlar Bedevi kendisine: “Nereye gidiyorsun?” diye sorar, İbrahim Ethem: “Kabe’ye” deyince: “Böyle binitsiz yaya hâlinle mi?” der bedevi İbrahim Ethem der ki: “Ben yaya değilim Benim, senin görmediğin bir takım binitlerim var Meselâ, bir sıkıntıya düşünce sabır binitim var, ona binerim Bir nimete erince şükür binitim var, ona binerim Bir kaza ve belâya uğrayınca rıza binitim var, ona binerim Başladığım işi tamamlarken tevekkül binitim var ona binerim” Bedevi bu arifane cevaplar karşısında şaşkına döner ve der ki: “Efendi meğer yaya olan sen değil, benmişim”
Gönül huzuru; Allah’a güvenmektir Bu güven O’nun bize kâfi olduğuna ve güzel bir vekil olduğuna inanarak güvendir Yoksa günde kırk defa namazlarda “Ancak Sana kulluk eder, ancak Sen’den yardım dilerim” deyip (Fatiha, 4) hâlâ ondan bundan medet ummak, yardım ve destek beklemek değildir Gönlündeki dünyevî mabudlara yönelmek hiç değildir
Gönül huzuru; takdire boyun eğmektir Bununla birlikte tedbiri elden bırakmamaktır Evet tedbir, takdiri bozmaz ama hiç olmazsa insanın gönlünde “Şöyle yapsaydım böyle olmaz mıydı acaba?” vesveselerini ortadan kaldırır
Gönül huzuru; nefsin ve şeytanın istikbal endişelerine, Hakk’a teslimiyetle pabuç bırakmamaktır Allah’ın keremine güvenip tevekkül ile çalışmaktır Kainatta zerreden küreye varıncaya kadar herkesin ve her şeyin ihtiyacını ve rızkını veren Allah’ın kendisini de aç bırakmayacağına güvenmektir
Gönül huzuru; bir yandan dünya işleri ile meşgul iken, diğer yandan Allah’ın Kur’an’da övdüğü, “Hiçbir alış-verişin; dünyevî meşguliyetin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır”(Nur, 37)ayetiyle anlattığı, el-kârda gönül yârda duygusuna ermiş kimselerden olmaktır
Gönül huzuru; gönüle Hakk’ı hâkim kılmaktır Gönül tahtına sultan olarak Hakk’ı koymaktır O’nun dışındaki sevgileri asla Allah sevgisinin üstüne çıkarmamaktır Nitekim denilmiştir ki: Bir gönülde iki sevda olmaz Kimi Mecnun kimi Leyla olmaz
Gönül huzuru, başkalarının kusurlarıyla meşgul olmak yerine kendi ayıplarıyla uğraşmak ve onları tashih ve tamire çalışmaktır Çünkü insanın gücü ancak kendisine yeter
Gönül huzuru; insanları ve eşyayı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi kabul etmektir Değişmek gerektiğinde önce kendinden başlamaktır
Gönül huzuru; dertlinin derdine koşmak, insanların acısını, sancısını paylaşmak, sevinç ve neşesine katılmak, mutluluğuna ortak olmaktır
Gönül huzuru; insanın kendini düşünmesi, kendisi için yaşaması, lüks şeyler tüketmesi değil; en az kendisi kadar başkalarını düşünmesi, başkaları için yaşaması, aile fertleri, yakınları, dostlarıyla lokmasını paylaşmasını bilmesidir
Gönül huzuru; “Altta kalanın canı çıksın, vur patlasın, çal oynasın!” anlayışının egemen olduğu günümüzde “Ben hayatımı yaşarım, başkası beni bağlamaz” duygusuyla değil, “Dünyanın gidişatından ben sorumluyum” “Doğu’da ve Batı’da ayağına diken batan kardeşimin acısı beni incitir” diyebilmektir
Gönül huzuru; sinenin sâf olmasıdır Yıkık gönüller yapmaktır, gönül inşa etmektir Nitekim Yûnus der ki:
Gönül yapmak Halilim Kabe bünyad etmekten yeğdir
Dil-i mahzunu şâd etmek Kul azad etmekten yeğdir
Derviş kazan, ye yedir Bir gönül ele getir


Yüz Kabe’den yeğdir Bir gönül ziyareti


Gönül huzuru, gönül yıkmak değildir Çünkü yıkık ve yufka gönüllere dokunmak vebâldir Fukara gönlüne her kim dokuna Dokuna sinesi Allah okuna Gönül huzuruna ermenin iki yolu vardır Bir; kalbi zarîf ince ve hassas ilahî sevgi çiçeklerine yol vermeyen ayrık otu niteliğindeki hoyrat dünya sevgisinden arındırmaktır Kur’an buna “Tezkiye” diyor Peygamberlerin görevlerinden biridir tezkiye
Gönül huzuruna ermenin diğer bir yolu, ayrık otundan temizlenen gönlü, düzgün bir ibadet, taat ve hasbi hizmet duygularıyla bezemek; böylece gönle Allah’ı tazim ve yaratılanlara şefkat ve merhamet duygularını egemen kılmaktır
Gönül huzuru; herkesin aradığı ama her arayanın her zaman bulamadığı bir değerdir Çünkü çokları bir inci mesabesinde olan gönül huzurunu hiç olmayacak yerlerde aramaktadır
Aslında gönül huzuru, neyin nerede aranacağını bilmek, aradığını bilince de bulduğunun farkına varmaktır.

Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Çar Nis 25, 2012 6:58 am
 
Foruma git
Konuya git

Hüsnü zan Su-i zan, kötüye yormak Hüküm vermek...

İnsanlar hakkında kesin bilgiye sahip olmadan hüküm vermek doğru olur mu? İnsanlar kendi aralarındaki ilişkilerde hüsnüzannı ne derece kullanmalıdır, bunun sınırı nedir?

Araştırıp, delillerle kesin bir bilgiye sahip olmadan, başkası hakkında hüküm vermek doğru değildir.
İnsanların yaptığı davranışların içyüzü hakkında net bir bilgi olmadığında, sırf zanna dayalı olarak mana vermek, suizanna sebep olabilir. Ama doğru sözlü ve güvenilir biri olmadığı bilinen bir kimsenin söz ve davranışları hakkında hemen hüsnüzanda bulunmak safdillik olur. Bu gibi durumlarda bu söz ve davranışların iyice tahkik edilip incelenmesi ona göre davranılması gerekir.

Kardeşlerimizden gelen tenkit ve eleştirlere karşı hüsn-ü zan etmek ibadettir. Ayrıca bazı eksiklerimizi ve kusurlarımızı görmemize neden olabilir.

Her şeyde bir hayır olduğuna göre, bunlar enaniyetimizin kırılmasını ve daha dikkatli olmamızı sağlar. Böylece nefis ve şeytanımızın oyununa gelmemiş oluruz.

Diğer taraftan görüşlerimizi ya da davranışlarımızı eleştirmeleri, bizi gururdan kurtarır. Bu ise, övünmemizden ve enaniyetimizin kabarmasından daha iyidir. Konunun bu yönlerine bakarsak daha rahat edeceğimiz kanaatindeyiz.

Hüsn-ü zan: “kesin hüküm bulunmayan bir şeyi iyiye yorumlamak.”

Su-i zan: “Kesin hüküm bulunmayan bir şeyi kötüye yorumlamak.”

“Ey iman edenler. Zandan çok sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.” Hücurât Sûresi, 12

Zan, “sanmak, tahmin etmek” mânâsına geliyor. Hüsn-i zan, iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işe, güzel yönünden bakmak demektir. Bunun zıddı su-i zan olup “her şeye menfi yönden bakmak, insanların fiillerini ve davranışlarını kötüye yorumlamaktır.”

Bir hadisede kesinlik varsa orada zanna yer olmadığı açıktır. Meselâ, bir insan alenen küfrü savunuyorsa burada zan söz konusu olamaz ve o adamın küfrüne hükmedilir; ama bir mü’minin ağzından küfür sözleri çıktığında, ona hemen kâfir damgası vurmak yerine, hüsn-ü zan yolunu tutmak ve o sözü küfründen değil, cehaletinden söylediğini düşünmek tedbir ve temkine en uygun olanıdır.

İnsanı su-i zanna sevk eden en önemli sebep, kendi mizacının bozukluğu yahut kendi hayat düzeninin çarpıklığıdır. Daima karşısındakileri aldatan bir insan, herkesin sözlerini şüphe ile karşılar ve her işin altında bir hile, bir oyun arar.

Nur Külliyatından bu mânâyı ders veren ibretli bir parça:

“Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.” Mesnevî-i Nuriye, 66

Hüsn-ü zannın en önemli bir istimal yeri, insan iradesini aşan musibet ve felâketlerde kaderin bir hikmet ve rahmet yönü olduğunu düşünüp şikayet ve isyandan sakınmaktır. Allah Resulü(a.s.m.) bu mânâyı şu hadis-i şerifiyle ders veriyor:

“Bizler için şimdi herşeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.” Şualar, 509

Hüsn-ü zan, güzel ahlâkın önemli bir şubesidir. Nefis ve şeytan bu güzel hasletin de düşmanıdırlar. Öyle ise biz de tercihimizi hüsn-ü zanna yönlendirmeye ve nefsimizi su-i zandan menetmeğe bütün gücümüzle çalışmak mecburiyetindeyiz.
"
Asri_Saadett
Cum Nis 27, 2012 7:19 am
 
Foruma git
Konuya git

Öyle çok “Sevdiğim”Sevdiklerim var ki...

öyle çok “sevdiğim” var ki...


çocukların gözlerini sevdim... içimde huzuru, mutluluğu yaşattığı için...


Dinmeyecek sanılan fırtınaları sevdim... yaşamın her döneminde, savaşmam gerektiğini öğrettiği için...


Başarısızlıkları sevdim... başarıya giden yolu gösterdikleri için...


Geceleri sevdim... tüm günümü nasıl geçirdiğimi değerlendirme olanağı verdiği için...


İnsanların sorunlarını dinlemeyi sevdim... yaşamın gerçeklerini görüp, daha olgun insan olacağımı bildiğim için...


Duyulan eksiklikleri sevdim... her şeye sahip olmanın, insanı ne kadar mutsuz ettiğini bildiğim için...


Sabahın erken saatlerinde çalan çalar saatimin sesini sevdim... bana bugün de yaşama olanağı verildiğini gördüğüm için...


Buzlu yollarda yürümeyi sevdim...yaşamda da atılan yanlış bir adımın, insana ne denli acı vereceğini anımsattığı için...


Uzaklıkları sevdim... özlemlerin duyguları pekiştirdiğini bildiğim için...


Yaşamın renklerini sevdim... yaşanılan tüm duyguları tablolara döktüğü için...


Bir şeylere inanmanın mutluluğunu sevdim...kendimi iyi duyumsadığımda, yanımda olacak insanların varlığını bildiğim için...


Her ne olursa olsun bir şeyin bittiği için üzülmek yerine yaşandığı için sevinmeyi sevdim... üzüntülere liman olursak, mutluluğun başka yerlere demir atacağını bildiğim için...


Sevmekten ve sevilmekten korkmayan insanları sevdim... sevme ve sevilmenin yapaylıktan değil, doğallıktan geldiğini bildikleri için...


Arkadaşlarımla geçirdiğim zamanları sevdim... içten bir sohbetin, tüm ağrılara iyi geldiğini bildiğim için...



Ve bütün sevdiklerimin ellerini tutmayı sevdim...

Avucumun içine bıraktığım yüreğime dokundukları için...
Asri_Saadett
Cum May 04, 2012 7:16 pm
 
Foruma git
Konuya git

BILMEK VE INANMAK..

Bilmek ve inanmak

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dinin aslı bilmek değil, inanmaktır. Herkes, bilgisini iman zannediyor, bu yanlıştır. İnanmak çok farklıdır. İmanın kaynağı kalb, bilmenin kaynağı ise beyin, yani akıldır. Beyin ölürken zaten çalışmaz. O nur, kalbde olur. Mesela beyin ölümü gerçekleşen bir kimsenin beyni durur, ama kalbi çalışır. Dolayısıyla kalbinde sevgi olan, Allah'a imanı olan kimse, unutup, hatırlamasa bile, kalbi yine çalışır, yine inanır. Kalbin temizliği çok önemlidir. Bu da, ancak temiz insanların sohbetlerini dinlemekle ve kitaplarını okumakla kazanılır. Kişinin kendisi temiz değilse, yazıları, konuşmaları doğru da olsa, kalbi karartır. Çünkü kalb bardak gibidir ve içinde ne varsa o çıkar. Onun için içeceğimiz suya ve nasıl bir bardaktan içtiğimize çok dikkat etmeli. İmam-ı Rabbani hazretleri gibi evliya zatların yazdığı, hazırladığı kitapları okumalı. O kitapların satırları arasında büyüklerin ruhaniyeti vardır. İnsan farkında olmadan kalbinin temizlendiğini hisseder. Kalb temizlenince de, insan imanla ölür. İmanlı veya imansız ölmek kalbe bağlıdır. Kalbin temizliği imanla gitmenin işaretidir. Kalbin, günahlarla kirlenmesi son nefeste felakete sebep olur.

Bu yolda inanmanın, teslimiyetin önemi büyüktür. Bir talebe hocasına, kalbinin hasta olduğunu söyler. Hocası, (Merak etme, ameliyat yaparız) buyurur. (Nasıl olacak efendim?) diye sorar. (Gece saat üçte inşallah...) buyurur. Talebe, ameliyata hazırlanır. Aklını bırakır, bunun bir latife veya mecaz olabileceğini bile düşünmez. O gün yıkanır, temizlenir, her şeyi hazırlar. Gece saat üçte hocasının bulunduğu yere gelir. Hocasının uyuduğunu görünce gider. Ertesi gün talebe, biraz değişmiş hâlde, gece ameliyat olamadığını söyler. Hocası, (Dün gece yorgundum. Bu gece inşallah. Fakat senin uyanık olman şart değil, sen uyurken de, bu ameliyat mümkündür, merak etme!) buyurur. Talebe, o gün bir arkadaşıyla konuşurken, bu durumu sevinçle anlatır, (Bu gece ameliyat oluyorum) der. Arkadaşı durumu anlayınca, (O ameliyat başkadır, sana özel dua eder. Onun duası ameliyat gibidir, sen onun duasını al yeter!) der.

İşte eskiden büyüklerin talebeleri böyle inanmış, teslimiyet sahibi kimselerdi. Biz de, her fırsatta, o büyük zatları hatırlayarak, onların dualarına ve feyizlerine kavuşmak için çalışmalıyız insallah

Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Cmt May 05, 2012 5:24 am
 
Foruma git
Konuya git

KALB ICIN EN FAYDALI ILAC...

Kalb için en faydalı ilaç

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Helâl kazanıp helâl yemeye çalışmalı. Helâl lokmayla beslenen vücudun en büyük istifadesi, kalbin nurlanmasıdır. Çünkü kalb çok hassastır. Kalb bir kuvvettir, madde değildir. Madde olsa tek başına bulunabilirdi. Kalb yürekte bulunur. Tıpkı ampulün içinden geçerek, o ince tellerin ışık vermesi gibidir. Orada elektriğin gelip gitmesi diye bir şey yok, sadece o tellerin ısınmasından ışık teşekkül eder. Nefs de, akıl da öyledir.

İnsan, başlangıçta aldığı zevkin nefsten mi, kalbden mi geldiğini ayıramaz. Hâlbuki bu iki zevk çok farklıdır. Biri Cennete, diğeri Cehenneme götürür. Bunları ayırmak zordur. Fakat insan ibadet yapıp, Allahü teâlânın ismini çok zikredince, kalb yavaş yavaş nefsin etkisinden ayrılıp, kendi zevkini bulmaya başlar. Nefs ise, kendi zevkine devam eder. Kalb kendi zevkinden habersizken, yapılan ibadetler sebebiyle, büyüklerin sohbetlerini dinlemenin ve kitaplarını okumanın gerçek zevk olduğunu yavaş yavaş anlar. İşte bu zevkler, diğer zevklerden ayrıldığı zaman, hakla bâtıl ayrılmış olur.

Şu hâlde, kalbin bu zevkleri ayırabilmesi için, kuvvetli olması lazımdır. Onun gücü ve kuvveti ibadetleri yapmakta ve haramlardan sakınmaktadır. En kıymetli, en güçlü ilaç da, sohbettedir. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Hiçbir üstünlük, hiçbir şifa, sohbetinki kadar tesirli olamaz) buyuruyor. Çünkü sohbet, insanın bütün organlarına hitap eder. Büyük zatlardan bahsedildiği için, onların ruhaniyetleri sohbetin olduğu yere gelirler. Biz bilsek de, bilmesek de, anlasak da, anlamasak da, insan o ruhlardan istifade eder. Karpuz, güneşten aldığı enerjiyle olgunlaştığını bilmediği gibi; büyük zatlardan çok bahsedilince veya bahsedilen yerlere gidince, insanın kalbi yavaş yavaş kendine gelir, kendini tanımaya ve doğruyla eğriyi ayırmaya başlar.

Bir gün yaşlı bir akrabası, mübarek bir zata, (Efendim, siz hocanızdan çok bahsediyorsunuz, hocanızdan ne istifade ettiniz, neler öğrendiniz ki, bu kadar çok sevip anlatıyorsunuz?) diye sorunca, o büyük zat, (Kim sevilir, kim sevilmez, hak nedir, bâtıl nedir, bunu öğrendim. Bu da bana yetti) buyurur.
Rabbim bizleri de Hakki Dogruyu gören kullarindan eylesin insallah amin ecmain

Selam ve Dua ile
Asri_Saadett
Cmt May 05, 2012 5:22 am
 
Foruma git
Konuya git
cron